31 Ağustos 2014 Pazar

Uzaklara gidelim... Fazla uzaklaşmadan!

Gündelik hayatlarımız hep şu hissi yaratmıyor mu? Gitsem buralardan...


Başta iş, sonra ilişkiler, büyükşehrin kaosu, insanlar, kutu kutu apartmanlar... Hepsi afakanlar bastırıyor. Gidelim deniz kenarına yerleşelim, her şeyden eli eteği çekip bohem bir hayat sürelim. Olmadı sık sık kaçalım. 

Ben şehir insanıyım, bunu biliyorum. Sosyalleşmekten, gezmekten keyif alıyorum. Bohem hayatı yaşam biçimi haline getirmek gibi bir niyetim yok ama birkaç ayda bir her şey üstüme üstüme gelir gibi oluyor ve o zaman uzaklaşsam biraz diyorum.

Son birkaç yıldır bu hissi törpüleyebileceğim bir kaçış noktam var, hem de Ankara'ya sadece 40 km uzaklıkta. Annemle babamın on yıldan fazladır binbir emekle yaptığı kutu gibi bir ev, içinde organik sebze yetiştirdikleri bahçe. Yazın en sıcak günleri bile üşüten bir hava ve her bir yıldızı tek tek görebildiğiniz bir gökyüzü...



Çocukluğum Kızılay'a 10 dakika mesafedeki Yenişehir'de geçti. Ancak hiç de öyle şehrin göbeği gibi değildi,  bir sokak boyunca uzanan dev bir bahçe ve içindeki altı haneden oluşan bir lojmandı burası. O yüzden hem şehrin göbeğinde yaşayıp hem de ağaç tepelerinde, çimlerde geçmiş bir çocukluğum var, düşünün ki bahçenin içinde devasa bir sera ve kadrolu bahçıvanlar çalışıyor. O yüzden midir bilinmez öyle teraslar, manzaralar değil, güzel bir bahçe, çimlere ayak basmak beni hep daha çok cezbetmiştir. 

Babamın yıllar önce aldığı Murat 124'ü Haymana yakınındaki bir dönümlük araziyle takas etmesiyle başladı her şey. Şimdi o arabanın fiyatına o araziyi almak mucize tabi! Yıllarca arazinin nerede olduğu hakkında bile fikrimiz olmadı. Bağlı olduğu köye kadar gider orada piknik yapar ama araziden bihaber geri dönerdik. 

Sonra babam yavaştan çalışmalara başladı. Bir yaz yerin keşfiyle uğraştı, bir yaz çevresini telörgüyle çevirmekle, ardından sondaj çalışmaları ile su çıkarma, bir yaz toprağı ıslah etme, en azından kazma küreği koymak için bir baraka yapma derken neredeyse on yılın sonunda kurulu düzenli bir ev oldu.




İtiraf etmem gerekirse birkaç yıla kadar hiç sevmiyordum burayı. Çünkü bahçe hayatından anladığım doğallık inip kalkan sinekler, tuvalet diye bahçenin bir köşesine konulmuş buzdolabı kolisinin içine girip toprağa açılan deliğe işemek ya da elimi yıkamak için tasla su dökülmesi değildi. Dolayısıyla köy hayatı dedin mi aklıma hep ilkellik gelirdi ki, konforsuz bir yerin keyif vermesi diye bir şey benim için söz konusu değil!





Neyse ki sonra su deposuyla şırıl şırıl akan musluklar, temiz bir banyo ve tuvalet, her nevi eşyası tamam bir mutfak, temiz çarşaflı yataklar, hatta küçük bir jenaratörle burası konforlu bir hale geldi. Burası bir köy ya da bağ evi olmaktan öte ikinci bir ev oldu bize.




Sonra da evin dışını güzelleştirme çalışmaları başladı. Hepimiz bulduğumuz çiçekleri, süsleri, bahçe dekorasyon fikirlerini burada tatbik eder olduk. Öte yandan da organik domates, biberler, kokulu salatalıklar yeme gibi bir lüksümüz de oldu.

Özellikle anne ve babamın yoğun emeklerini unutmamak lazım. Çünkü gerçekten bir hafta ihmal edildi mi her şey mahvoluyor, sulamak, budamak, yabani otları temizlemek... Çok ciddi emek sarf etmek gerekiyor. Neredeyse tatillerini yarıda keserek döner dönmez soluğu orada alıyorlar. Belki de bu yüzden orayı çok çok seviyorlar.

 Şimdi özellikle sıcaktan nereye yatacağımızı bilemediğimiz bugünlerde ya da daralıp bunalıp elde kitap yayılmak, ayakları toprağa basmak ya da parkların köşelerinde bin kişiyle birlikte mangal yakmaya çalışmaktansa kaçıp saklanacak adresimiz belli. Hiçbir şey yapamasak, hiçbir yere adım atamasak bir cuma akşamı girip pazar akşamı dönmek bile yenilenmeye yetiyor. 

Bu bir lüks değil de nedir? 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder