31 Ocak 2013 Perşembe

Yenilenmek Gerek, Yorucu da Olsa Düşüp Düşüp Yeniden Kalkmak, Bir Daha Denemek!


Defter tutmayı çok severim. Her şeyi ayrı takip ettiğim bir sürü ajandam, defterim var. 11 yaşından 26 yaşıma kadar tuttuğum günlükler... Kalemi, kağıdı seviyorum yani. Bu blog da o kağıdın kalemin günümüz teknolojisiyle sevilen hali gibi.

Alınacakları yazıyoruz, yapılacakları, gidilecek yerleri, aranacakları... Peki ruhumuzu temizlemek, düzene koymak ne olacak? Her gün kendimizi biraz daha düzeltmek, iyi insan olmak için yapılacaklar ne olacak? İşte "melekler ajandası" bunu söylüyor. Bu yılbaşı aldığım en orijinal hediye "melekler ajandası" idi.


Her güne bir olumlama yazılmış, üstüne de boş birkaç satır. Öyle güzel bir şey ki, durup düşünüyorsun üzerinde.
Mesela diyor ki:
"Sabırlı ol. Bazen yüreğindekinin olabilmesi için, önce başka bir yerlerde bir şeylerin temelleri atılması gerekir."
"Tüm dualar cevaplanır. En doğru zamanda ve en doğru şekilde."

Bir-iki kelam da sen ediyorsun üzerine. Her hafta, her ay niyetlerini yazıyorsun. Bir-iki gün yazınca düşünmeye başlıyorsun üzerine, sonra harıl harıl yazıyorsun ve bazen neden bu kadar az alan bırakılmış bana diye kızmaya bile başlıyorsun.

İşte ben tam 31 gündür her gün bu değişik ajandayı hem okuyorum, hem de yazıyorum.



Günlük yaşamın koşturmacası, iş güç, hırslar, bencillikler, yorgunluklar, yapılacak işler, yapılmak istenip de yapılamayanların kederi arasında durup birkaç dakika da olsa ruh egzersizi yapılmış gibi oluyor.

Benim en çok içselleştirmeye çalıştığımsa hayatın aktığı, değiştiği, dönüştüğü, bu nedenle akışa direnmeyip olanı kabul etmek oldu. Ne zor yeniye alışmak! Şu an okuduğum kitapta da benzeri bir ifade vardı. Bir durumla ilk kez karşılaştığımızda büyük bir endişe duyuyoruz, bir tavır belirliyoruz ve daha sonra o şeyle her karşılaşmamızda aynı tavrı sergiliyoruz, diyor. Tıpkı mısır tarlasına birkaç defa girip orada kendimize aynı yerden gidip gelerek bir yol yapmamız ve her girişimizde aynı yolu kullanarak tarlanın keşfedilecek, yeni ve belki de çok daha güzel alanlarını kaçırmamız gibi... Böylelikle kendimize hapishane yaratıyoruz diyor.
Daha çok yolum var, sıyrılmam gereken kaygılar, kabullenmem gereken hayat gerçekleri...

Yenilenmek gerek, her aşamada aynı yolu gidip gelmek yerine tarlanın başka yerlerinde her seferinde yeni bir yol bulmak gerek ki hayatta bazı şeyleri ıskalamayalım, çok daha mutlu, iyi, hayattan tat alan bir insan olma fırsatını kendi bloklarımız yüzünden kaçırmayalım.

Bir yenilenme de blogumda. Farklı bir konseptle incilere devam...

*Blogumun başlığı ve bu yazının ilk görseli www.webneel.com sitesinden.

Pink Wednesdays:)



Evliliğe, yeni eve adaptasyon, kış şartları, yoğunlaşan işler, erken kararan havalar derken bunalma eşiğimde şu sıralar hayli düşüş var. Ne olsa kendimi atıyorum bir yerlere. İşte bundan biraz olsun sıyrılmak için çarşambalarımı artık pembe renge boyamaya karar verdim. Gitmek istediğim mekanlara gitmek, izlemek istediğim film ya da oyunları izlemek için hafta arasında böyle bir nefes arası yarattık iki haftadır Umutla.

İşten çıkıp Tunalı'ya doğru salındım.

Bestekar sokakta bir hareketlenme var bilmem farkında mısınız? Tektekçi ve Leman Kültür açıldı buraya. Ayrıca Kebap 49'un aşağısına doğru sıralı göze çarpan restoranlar da cabası. Ben bir Leman Kültür delisi olarak Umut gelene kadar yiyecek bir şeyler atıştırayım diye daldım içeri. Yer bulmak biraz sıkıntılı, bir de tuhaf bir mimarisi var. Kapıdan girip döne dolana yürüyüp zar zor oturacak bir yer buldum kendime. Bu hafta kafayı yüz yogası, detox gibi şeylere taktığımdan alkol yok, bir salata tamamdır diye pazarlıkla içeri girmiştim ki, önce sadece şeker detoxu yapıyorum ben diyerek, güzel bir çıtır tavuklu dürüm söyleyip sonra bu da kuru kuru gitmez ki canım, dünyaya bir kere geliyoruz gibi mantıklı cümlelerle Bomonti'mi ısmarlayıp kitabımı okumaya çalıştım. Yemeğimi yedim ve denemelerim sonucu fark ettim ki, tercihim her zaman Çayyolu Leman Kültür.

Sonra Devlet Tiyatroları'nda Yastık Adam'ı izlemek üzere Şinasi Sahnesi'ne geçtim, Umut geldi yanıma. Bu arada üzücü bir haber Akün ve Şinasi sahnelerinin satışı için 5 Şubat'ta ilk ihaleye çıkılacakmış. Yani bir nefes noktamız daha birilerinin cebine para olarak girmek için kurban ediliyor.





Oyuna gelirsek sezon açıldığında ilk ilgimi çeken oyundu Yastık Adam. Hatta yaklaşık iki hafta öncesine bilet alıp hasta yattığım için gidememiş, hırs yapıp bu kez önden üçüncü sıradan bilet alıp dün izleme şerefine nail oldum.

Oyun, ah o oyun... Nasıl güzel, nasıl sarsıcı... Tokatlayıp duruyor insanı. Oyuncular, başta Murat Çidamlı olmak üzere istisnasız hepsi, hayran bırakıyorlar kendilerine. Öykü ayrı güzel, sahne, ışık, dekor ayrı güzel... Hele oyun içinde anlatılan beş-altı öykü, bir de onları Murat Çidamlı'nın anlatışı var ki... Ne diyeyim, geriyor, yoruyor, zorluyor ama çok çok etkiliyor. Ekşiciler yere göre koyamıyordu, hakikaten bu adamlar işi biliyor dedim, çıkarken.




Oyunun ağırlığı üzerimizdeyken iki tek atıp günü kapatalım diye son olarak Tektekçi'ye uğradık. Epeydir gitmek isteyip de bir türlü fırsat bulamamıştık. Konsept şahane. DJ süper bir adam! Özellikle 80'ler, 90'lar ve 2000'lerden nefis şarkılarla coşturuyor, içerideki yaş ortalaması 18 filandı, sanırım hafta içi olmasından mütevellit. Tatlı ve ekşi shotlardan bir kublecik yuvarladıktan sonra kendimizi yaşlı hissettiğimiz bu mekandan ayrılıp evimizin yolunu tuttuk.

Bu "pink wednesdays" fikrini de sevdim, hayatı güzelleştirmek için haftasonunu beklemek fazla memur işi:)

*İlk görsel mushaboom8.blogspot.com adresinden, oyunla ilgili görseller devtiyatro.gov.tr adresinden ve son iki görsel themagger.com adresinden.



24 Ocak 2013 Perşembe

Chanel Rüya Gibi Bir Hayat - Alfonso Signorini "Güzel olmadığımı biliyorum ama farklılığın büyüsüne sahibim."



Kadın hayatları okumak Ayşe Kulin'in Füreya'sından beri benim için keyif sözcüğünün karşılık bulduğu şeylerden birisi. Neden erkek değil de kadın hayatları daha çekici diye düşününce fark ettim ki, kadınlar daha derinlikli, daha çeşitli bir yelpaze sunuyor hayatlarında, belki de. Daha tutkulu aşklar, daha ağır koşullar, elde edilmesi çok daha zor başarılar daha kadınlara özgü bir durum sanki.

Chanel'i bilmemek, cazibesine karşı koymak mümkün mü? Muhteşem çantalar, harika parfümler, artık klasik haline gelmiş tasarımlar...

İşte bu harika markanın yaratıcısı ince, uzun bir kadın: Asıl adı Gabrielle ama sahne adı misali Coco Chanel olarak biliniyor. Babası tarafından ilgi, sevgi görmeyen, annesiyle ve kardeşleriyle belli bir yaşına kadar sefalet içinde yaşayan annesi öldüğünde babası tarafından manastıra verilen ve bir daha da aranıp sorulmayan bir çocuk Gabrielle. Ardından bir terzi yanında çalışmaya başlıyor.

İş dünyasındaki başarılarında büyük pay özellikle birlikte olduğu adamların... Ancak yeterince para kazandığında hala birlikte olduğu sevgilisine borcunu ödeyecek kadar da özgürlüğüne düşkün bir kadın. Ne olursa olsun bir devrimci. O dönemin büyük şapkalarından farklı olarak küçük şapka tasarımlarıyla başlıyor iş yaşantısına. Ardından korseli, ağır, etekli, fırfırlı elbiselerdense, bilek yukarısına çıkardığı etek boyu çok tutuluyor. Asla tercih edilmeyen kumaşlardan, alışılmadık tasarımlar yaparak o dönemin modasına adını altın harflerle yazdırıyor. Yirmi beş koku arasından seçtiği No.5 adlı parfümüyle hala dünyanın en çok satan parfümü unvanını taşıyor. Yüzyılın en yaratıcı insanı seçiliyor.



Bunun yanında yalnızca moda dünyasında değil, sanat, siyaset, askeri ve diplomatik ilişkileriyle de pek çok alana etki edebilmiş bir kişilik. Coco Chanel ile ilgili çok eleştiriler okudum. Sevgililerinin parasıyla bir şeyler elde etmiş, çıkarı için II. Dünya Savaşı sırasında Almanlarla işbirliği yapmış olması eleştiri konuları arasında. Ancak her zaman, her koşulda yargıların, eleştirilerin zamanın koşullarına göre yapılması gerektiğinden yanayım.

Her ne kadar amacına ulaşmak için bu tarz tali yollar seçse de, yine de fark edildiği, takip edildiği bir gerçek. Denenmemişi deneyip, alışılmadığı ortaya koyup bu kadar kabullenilmek bile büyük bir başarı, neredeyse 100 yıl sonra bile...

"Korkuyu aşmak istiyorsan tek yapman gereken, hızlı gitmekti." (s.45)

"Sen hayatının bir tek geçmişinden hoşlanmıyorsun. Ama yaşanmış olanın acı iğnesi, yaşamış olduğun karabasanlar, şimdi çok uzaklarda kalmış gibi görünüyorlar, neredeyse sana ait bile değiller. Hem sonra insanın kendi geçmişi, bir başkasının dinlemek istediğinde derlenip toparlanacak bir öyküden başka bir şey değildir. İnsan bu öyküyü bir tefrika roman gibi oluşturarak keyfine göre dönüştürebilir. Üzerine göre yeniden biçimlendiren bir yazar gibidir. İnsan yeğlediği geçmişi yaratmak için birkaç yararlı yalandan yardım alır, işte o kadar." (s.83)

"Karşıma çıkan, çevremizde bulunan her şeyde daima sanat aramışımdır: sadece bir tabloda ya da kilise cephesinde değil. İyi düşünün. Sanat neden yalnızca gözleri ilgilendirmeli? Lagünde huzur içinde ilerleyen gondolların sesini dinlemek de harika değil mi? Tatmakta olduğumuz şu meyveli dondurma son derece leziz değil mi?" (s.166)

"Kimi zaman seçimlere acılar neden olur. Belki de kötü bir olay insanı bütün hayatını yeniden gözden geçirmeye zorlar." (s.177)

*İkinci fotoğraf http://sengook.com sitesinden alıntıdır.

Cafe'de Tiyatro-Matruşka


Tiyatroyu çok severim. Fırsat yakaladıkça da gitmeye çalışıyorum. Ancak insanı geren bir havası da yok değildir tiyatro salonlarının, bir keresinde bir öksürük krizine girip o ağır, sessiz ortamda, elimde olmayan bir şey yüzünden strese girdiğimi hatırlıyorum.

Cantuğ Turay başta olmak üzere, genç ve başarılı ayrıca da tiyatro tutkunu birkaç genç tiyatrocu da böyle düşünmüş olmalı ki Tiyatro Cafe'yi çıkarmışlar ortaya. Aynen bir cafeye gitmişsiniz gibi masada oturup içkinizi içerken oyunu izliyor, zaman zaman sesli yorum yapabiliyor, oyuncularla dialog kurabiliyorsunuz. Tunalı'da İnci Mağazası'nın üst katında küçük bir stüdyoda keyifli, eğlenceli bir oyun izliyorsunuz.

Öyle ağır mesajlar verilmiyor, muhteşem kostümler, en baba dekorlar yer almıyor,  sadece küçük iki küp, iki oyuncu... Ancak son derece eğlenceli vakit geçiriyor, gülüyor, eğleniyor ve bol bol sosyalleşiyorsunuz.

Biz bu çarşamba akşamı, iş yerinden pek sevdiğim iki arkadaşımla önce Gaga Manjero'da pembe şarapları hüpletip yanına güzel mozarellalı, fesleğenli ekmekleri lüplettik, bol bol gülüp güzel güzel sohbet ettik. Gaga Manjero, minicik, yer bulmak, rezervasyonsuzsanız, biraz sıkıntılı ama kaliteli hizmet, uygun fiyat diyince hakları yenmez! Daha geniş bir zamanda, daha geniş kapsamlı bir lezzet avı için bir daha gitmek üzere sözleşip Tiyatro Cafe'nin yolunu tuttuk.

Tiyatro Cafe'de birkaç oyun sergileniyor, bizim gittiğimiz Matruşka kadın erkek ilişkileri üzerine eğlenceli bir oyundu. Yaklaşık iki saat boyunca, iki başarılı oyuncu, Cantuğ Turay ve Begüm Topçu eşliğinde bol bol güldük, eğlendik. Bir yandan şaraplarımızı içerken, bir yandan sesli yorumlar yaptık, oyunculara laf attık, onlar bize takıldı. Bize de hayatın koşturmacası arasında derin, güzel ve keyifli bir nefes arası oldu.

Şu kuru Ankara'da başka nasıl bir sosyalleşme ortamı bulabilirim ki diyenlere tavsiye edilir.

*Görsel internetten alıntıdır.

11 Ocak 2013 Cuma

Mutlu Olmak İsteyen Adam - Laurent Gounelle "Ne düşünüyorsak oyuz!"



Haftasonu geldi bile, bloggera fotoğraf yükleyememe sorunumsa hala devam ediyor ama fotoğrafları saklıyorum, zamanı geldiğinde ekleyeceğim. Bu yüzden de Rusya yazılarıma devam edemiyorum:(

O halde kitaplardan devam edelim....

Bu kitap bana piyangodan çıktı. Arkadaşım Ayşin okurken elinde gördüm ve "bitince bana verir misin" deyiverdim. Okudum ve bitirdim yine birkaç günde.

Bir kişisel gelişim kitabı, öyküleştirmesi ise benim için ayrı anlamlı çünkü Bali'de geçiyor. Bahsettiği her yeri bilerek okumak ayrı bir tat veriyor doğrusu!

Ben susayım şimdi, alıntılarım konuşsun...

"Bizler ne düşünüyorsak oyuz. Dünyamızı düşüncelerimizle inşa ederiz.- Buda"

"İnsan kendinde bir şeyin olduğuna inanırsa, ister olumlu olsun, ister olumsuz, bunu yansıtacak şekilde davranır." (s.28)

"Yaşadığınız her şeyin kökeninde aslında inandığımız şey yatar." (s.28)

"Bir şeye inandığımızda o gerçek olur, bizim gerçeğimiz olur." (s.29)

"İnsanlara işitmeyi arzuladıkları şeyi söyleyerek onların gelişimine yardım edilemez." (s.38)

"İnsanlar inandıkları her şeye çok bağlıdırlar. Hakikati aramazlar, yalnızca belli bir tür dengeyi korumak isterler ve inançları temelinde aşağı yukarı bağdaşık bir dünya inşa etmeyi başarırlar. Bu onları teskin eder ve farkında olmadan bağlanırlar." (s.55)

"İnançlarımız bizi gerçeği filtrelemeye, yani gördüklerimizi, işittiklerimizi ve hissettiklerimizi filtrelemeye yöneltir." (s.57)

"Gerçeklik hakkında, etrafımızdaki dünya hakkında inandığımız her şey, bir filtre gibi, bizi özellikle inandığımız yöndeki ayrıntıları görmeye yönelten seçici bir gözlük gibi hareket eder... Bu da inançlarımızı güçlendirir. Çember tamamlanır." (s.59)

"Siz bir şeye inandığınızda, inancınız sizi birtakım davranışlar benimsemeye yöneltir, bunların da başkalarının davranışları üzerinde etkisi olacaktır, bu da yine sizin inancınızı güçlendirecektir." (s.61)

".....inanılan şeyin bilincine varmak, sonra da bunların yalnızca inanç olduğunu fark etmek ve sonuçta, onların bizim yaşamımız üzerindeki etkilerini keşfetmek mantıklıdır. Bu da, yaşadığımız birçok şeyi anlamamıza yardımcı olabilir..." (s.64)

".....çünkü yalan söylemek zaten başlı başına kötüdür. Kişinin kendi içinde biriken olumsuz bir enerji üretmesine benzer. Hakikati söylemeye çalışın: Göreceksiniz özgürleştiricidir ve insan aniden kendini çok daha hafif hisseder." (s.102)

"Tercih yapılması, dolayısıyla gönülden bağlı olunan şeye doğru gitmek için vazgeçilmesi gereken durumlar vardır..... Eğer hiçbir şeyden vazgeçmezseniz, seçmekten kaçınırsınız. Seçmekten kaçındığınızda, istediğiniz hayatı yaşamaktan kaçınmış olursunuz." (s.112)

"..... başkaları tarafından reddedilmenin nadir bir durum olduğunu anlamaktan uzaktırlar. Hatta reddedilmek neredeyse imkansızdır. İnsanlar genelde size yardım etmeye, sizi hayal kırıklığına uğratmaya, sizin onlardan beklediğiniz yönde davranmaya eğilimlidirler. Artık bildiğiniz inanç mekanizmasına göre, özellikle reddedilmekten çekindiğinizde reddedilirsiniz.
İhtiyaç duyulan şeyi istemek için başkalarına yönelmeyi öğrendiğimizde, bütün bir evren açılır önümüzde. Hayat, başkalarına açılmaktır, kendi içimize kapanmak değil. Başkalarıyla bağ kurmayı sağlayan her şey olumludur." (s.134)

"Gruplar halinde, topluluklar, taraflar halinde düşünüldüğünde, her birinin özellikleri, değeri ve katkısı dışlanır, dar görüşlülüğe ve genellemeye kolayca düşülür. Emekçilerden, memurlardan, bilim insanlarından, köylülerden, sanatçılardan, göçmenlerde, burjuvalardan, ev kadınlarından söz edilir. İnançlarımıza hizmet eden teoriler inşa edilir. Bu teorilerinse çoğu yanlıştır; dahası, insanları olduklarını söylediği şey olmaya yöneltirler.
.....
Başkalarıyla ilgili şeyler hakkında genelleme yapmaya son verildiğinde ve herkes, aslında kendisini aşan bir bütünün, insanlığın ve hatta daha ötesinde evrenin parçası olsa bile birey olarak ele alındığında, yaşamın içine doğru büyük bir adım atılmış olur." (s.139)

"..... Para biriktirmek için değil, kullanmak için gerekli bir şeydir....." (s.154)

"Yaşamda ne kadar gelişme gösterirsek bizi sınırlandıran inançlardan da o kadar uzaklaşırız ve daha çok tercih şansımız olur. Tercih, özgürlüktür." (s.165)

"..... çılgınlıklar asla pişmanlık duyulmayan tek şeydir! - Oscar Wilde" (s.170)

*Görsel internetten alıntıdır.

9 Ocak 2013 Çarşamba

Ali ile Ramazan - Perihan Mağden "Hatırlamamaktan İyisi Var mı?"



Nicedir okumak istediğim bir kitap da buydu. Mutlu Tönbekici bile yazmıştı köşesinde. Perihan Mağden biraz sert bulmakla birlikte konuşmalarını dinlemekten zevk aldığım biridir. Ama daha önce kitaplarını okumamıştım.

Her yerde bu kitapla ilgili benzer yorumlar okudum "sarsıcı"... "Kitap bittiğinde insan dayak yemiş gibi oluyor" vs.

Gerçekten çarpıcı bir hikaye. Yetimhanede büyüyen Ali ile Ramazan'ın aşk hikayesi bu. Aşk'ın hikayesi.Su gibi akıp giden, arada derede bile okunacak, kolay kolay kopulamayacak bir kitap. Acıklı, biraz iç karartıcı ama bir "hikaye" dinlemekse amaç, hem de gerçek hayattan, bu ülkenin gerçeklerinden, tam da doğru adres bu 162 sayfa.

*Blogger'da yaşadığım bir sorundan dolayı fotoğraf yükleyemiyorum.

Kürk Mantolu Madonna - Sabahattin Ali


Son kitap siparişimdeki kitapların birçoğu tesadüf eseri ince kitaplardı ve hepsi de su gibi akan kitaplar. O yüzden birkaç güne bir bir kitap bitirir oldum.

Kürk Mantolu Madonna bir Türk Edebiyatı klasiği sayılabilir. Çok kişiden duydum, kötü diyenini görmedim ama nedense bir fırsat bulup da okuyamadım uzun zamandır. Son kitap siparişimde an bu andır dedim.

Bir Anna Karenina'da, bir de bu kitapta okuduğumun edebi bir eser olduğunu her satırında hissettim. Konu ne kadar klişe olursa olsun anlatım öyle bir alıyor ki insanı içine "edebiyat işte budur" diyorsunuz.

Okuyun, pişman olmazsınız.

"İnsanları kendi cinslerinden biri üzerinde kudret ve salahiyetlerini denemek kadar tatlı sarhoş eden ne vardır? Hele bunu yapmak fırsatı, birtakım ince hesaplar dolayısıyla, ancak muayyen bazı kimselere karşı kendini gösterirse." (s.20)

"Etrafını bu kadar iyi tanıyan, karşısındakinin ta içini bu kadar keskin ve açık gören bir insanın heyecanlanmasına ve herhangi bir kimseye kızmasına imkan var mıydı? Böyle bir adam, önünde bütün küçüklüğüyle çırpınan birine karşı taş gibi durmaktan başka ne yapabilirdi? Bütün teessürlerimiz, inkisarlarımız (düş kırıklıklarımız) , hiddetlerimiz, karşımıza çıkan hadiselerin anlaşılmadık, beklenmedik taraflarınadır. Her şeye hazır bulunan ve kimden ne gelebileceğini bilen bir insanı sarsmak mümkün müdür?" (s.23)

"İnsanlar birbirlerini tanımanın ne kadar güç olduğunu bildikleri için bu zahmetli işe teşebbüs etmektense, körler gibi rasgele dolaşmayı ve ancak çarpıştıkça birbirlerinin mevcudiyetinden haberdar olmayı tercih ediyorlar." (s.32)

"Dünyanın en basit, en zavallı, hatta en ahmak adamı bile, insanı hayretten hayrete düşürecek ne müthiş ve karanlık bir ruha maliktir!..." (s.37)

"Fakat bu hep böyle değil midir? Birçok şeylere ihtiyacımızı ancak onları görüp tanıdıktan sonra keşfetmez miyiz?..." (s.86)

"Muhakkak ki bütün insanların birer ruhu vardı, ama birçoğu bunun farkında değildi ve gene farkında olmadan geldikleri yere gideceklerdi. Bir ruh, ancak bir benzerini bulduğu zaman ve bize, bizim aklımıza,hesaplarımıza danışmaya lüzum bile görmeden, meydana çıkıyordu... Biz ancak o zaman sahiden yaşamaya, -ruhumuzla yaşamaya- başlıyorduk. O zaman bütün terddütler, hicaplar bir tarafa bırakılıyor, ruhlar birbiriyle kucaklaşmak için her şeyi çiğneyerek birbirine koşuyordu." (s.87)

"Hayatta yalnız kalmanın esas olduğunu hala kabul edemiyor musunuz? Bütün yakınlaşmalar, bütün birleşmeler yalancıdır. İnsanlar ancak muayyen bir hadde kadar birbirlerine sokulabilirler, üst tarafını uydururlar; ve günün birinde hatalarını anlayınca, yeislerinden her şeyi bırakıp kaçarlar. Halbuki mümkün olanla kanaat etseler, hayallerindekini hakikat zannetmekten vazgeçseler bu böyle olmaz. Herkes tabi olanı kabul eder, ortada ne hayal sükutu, ne inkisar kalır... Bu halimizle hepimiz acınmaya layıkız; ama kendi kendimize acımalıyız. Başkasına merhamet etmek, ondan daha kuvvetli olduğunu zannetmektir ki, ne kendimizi bu kadar büyük, ne de başkalarını bizden daha zavallı görmeye hakkımız yoktur..." (s.93)

".....ömrümüzü senelere ayırmak da insanların uydurması... İnsan ömrü doğumdan ölüme kadar uzanan tek bir yoldan ibarettir ve bunun üzerinde yapılan her türlü taksimat sunidir..." (s.110)

"Nasıl oluyor da bir insan diğer bir insanı bu kadar çok mesut edebiliyor?.. İnsanın içinde ne müthiş kuvvetlerin saklı olması lazım!" (s.112)

"Demek ki insanlar birbirine ancak muayyen bir hadde kadar yaklaşabiliyorlar ve ondan sonra, daha fazla sokulmak için atılan her adım daha çok uzaklaştırıyor." (s.120)

"Hayatımızın, birtakım ehemmiyetsiz teferruatın oyuncağı olduğunu, çünkü asıl hayatın teferruattan ibaret olduğunu görüyordum. Bizim mantığımızla hayatın mantığı asla birbirine uymuyordu. Bir kadın, trenin penceresinden dışarı bakabilir, bu sırada gözüne bir kömür parçası kaçar, o ehemmiyet vermeden bunu ovuşturur ve o minimini hadise dünyanın en güzel gözlerinden birini kör edebilirdi. Yahut bir kiremit, hafif bir rüzgarla yerinden oynayarak, devrin gıpta ettiği bir kafayı parçalayabilirdi. Göz mü mühim, kömür parçası mı, kiremit mi mühim kafa mı, diye düşünmek nasıl aklımıza gelmiyorsa ve bütün bunları nasıl hiç mütalaa yürütmeden kabule mecbursak, hayatın daha başka türlü birçok cilvelerine de aynı tevekkülle katlanmaya mecburduk." (s.138)

"Kaybedilen en kıymetli eşyanın, servetin, her türlü dünya saadetinin acısı zamanla unutluyor. Yalnız kaçırılan fırsatlar asla akıldan çıkmıyor ve her hatırlayışta insanın içini sızlatıyor. Bunun sebebi herhalde, 'Bu öyle olmayabilirdi!' düşüncesi, yoksa insan mukadder telakki ettiği şeyleri kabule her zaman hazır." (s.149)

*Blogger'da yaşadığım bir sorundan dolayı fotoğraf yükleyemiyorum.

3 Ocak 2013 Perşembe

İçimden Geçen Zaman - Güldal Mumcu "Ölüler Özlenmez Sadece Hatırlanır."


Neredeyse 20 yıl oldu hala Uğur Mumcu'nun katilleri bulunamadı. Toplumsal olarak gerçekten büyük infial uyandırmış bu meseleyi bir de ailesi açısından düşünsenize... Canınızı, gücünüzü birileri elinizden alıyor, bunların kim olduğu, niçin, nasıl yaptıkları, neden bulunamadıkları sorularına bir türlü yanıt verilmiyor. Sizin canınızın gitmesi birilerinin yanına kar kalıyor.

Aylar önce Özge Mumcu'yu bir söyleşide izlerken de aynı şeyi hissetmiştim, ne kadar güçlü, ne kadar onurlularmış ki tüm yaşananlara rağmen çelik gibi durmayı başardı Güldal, Özgür ve Özge Mumcu.

Bu kitap da işte o yirmi yıllık süreci anlatıyor bir çırpıda. Çoğu bilinen şeyler ama bazen bağlantı kuramadığınız, bazen göz ardı ettiğiniz şeyleri ortaya koyuyor ve biz nasıl bir ülkede yaşıyoruz cümlesini peşi sıra kurduruyor. Üzülmemek, kızmamak ya da karmaşık hislere gark olmamak elde değil. "Burası Türkiye" sloganının altı çizilirken hala böylesi onurlu, mücadelesinin arkasında insanları görmek, bilmek de umut veriyor.

"Ülkü Coşkun: 'Namus borcumuz dediler, bugüne kadar hükümetin hiçbir üyesi dosyanın ne olduğunu bana sormadı. Bu işi devlet yapmıştır. Siyasi iktidar isterse çözer." (s.58)

"Ölüler özlenmez, sadece hatırlanır." (s.62)

"Öldürülmesinden sonraki o yaz Uğur'un bu düşünü gerçekleştirdik. Düşler insan ömrüyle sınırlı değildi nasıl olsa." (s.71)

"İnanıyorum ki, yılgınlıklar, Uğur'un doğadaki her canlıyı tek tek kucaklarken gösterdiği sevgi, aklın gücü, bilginin cesareti ve gerçeğin karanlıkları sorgulaması ile aşılacaktır." (s.76)

"Dünyanın en zor işiydi galiba, düzgün bir çizgide durmayı başarmak." (s.83)

"Güvensizlik ortamında kimse kimseye güvenmez. Hiç kimse bir araya gelip hiçbir şeyi sorgulayamaz olur. Korku dağları bekler; cesaret de ovaya inemez. Böylece, olaylar, kurgulayıcıları tarafından istenildiği gibi yönlendirilebilinir." (s. 177)

".....kimi ölüler bize ne kadar yakın, yaşayanların birçoğu ne kadar da ölü....." (s.182)

"Yıllar boyunca bütün bu olayları yaşarken, üstümden akan zamanla, içimden geçen zaman bir değildi. Biri yaşamam gereken hayatı bana sunarken, diğeri sonsuzluğun içindeki beni bana gösterdi." (s.186)

2 Ocak 2013 Çarşamba

Hoşbulduk 2013!



Blogger'a bakıyorum da herkesin bir yeni yıla nasıl girdik postu var. E benim neyim eksik? Zaten yeni yıla güzel bir postla başlamak da farz oldu, bu nedenle devam eden Rusya yazıları ve okuduğum kitaplara ara veriyorum ve yeni yıla nasıl girdiğimizi anlatıyorum.

31 Aralık günü izin alarak tatili dört güne çıkardık ve Kapadokya'ya gitmeye karar verdik. Görmeyen, bilmeyen yoktur herhalde. Ama burası öyle bir yer ki, her gittiğimde farklı bir yerdeyim hissi uyandırıyor, daha önce gördüğüm yeri bile ilk kez görüyormuşum gibi. Bu sefer de öyle, kış, soğuk ama çok farklı, çok etkileyici.





İlk durak Tuz Gölü kıyısı ve Tuz Gölü'nden elde edilen tuz ve minerallerle yapılan kozmetikler. Peeling gibi bir şey sürdüler ellerimize, hafif yağlı, elleri yumuşacık yapıyor ama 54 tl fiyat koymuşlar, orta boy kutusunun üzerine. Paris'ten geldi sanki...



Ihlara Vadisi. 14 km'lik dev bir vadi ve içerisinde pek çok kilise bulunuyor. Ancak mevsim itibariyle toprağın kayma tehlikesine karşı vadinin içerisine inmeyip panaromik şekilde vadiye şöyle bir baktık. En son 1999 yılında, depremden birkaç gün önce gelmiştim buraya, yemyeşildi ve 600 basamak epey yormuştu.






Kaymaklı yer altı şehri, Hristiyanlığın yasak olması nedeniyle, Hristiyanların rahatça gizlenebilecekleri yer altı şehirlerini oluşturmasıyla ortaya çıkmış. Bu yeraltı şehrinin sekiz kat olduğu ancak sadece dört katına ulaşılabildiği, diğer katlarındaki göçükler nedeniyle tam olarak ulaşılamadığı söyleniyor. Yer altı şehrinde mutfaktan ahıra, şarap mahzeninden kiliseye kadar her şey var.


Bir baskın olduğunda bu sürgü kapı geçişe kapatılıp içeridekilerin kaçması sağlanıyor, kapının arkasında bir-iki kişi nöbetçi bırakılarak ortadaki delikten uzun bir mızrak aracılığıyla baskına gelenlerin etkisiz hale getirilmesi sağlanıyormuş.


Güvercinlik Vadisi


Göreme Açıkhava Müzesi



Bu bir sanat, hem de 5000 yıldır devam eden bir sanat... Çamura hayat verilip fırınlama yapıldıktan sonra çizim ve boyama ile son hallerine geliyor. Ben de denedim, tabi ustanın yönlendirmesi ile. Çok ama çok zevkli.




Avanos'taki Uranos Restaurant'ta hem öğle yemeğine, hem de akşam Türk Gecesi organizasyonuna gittik. Mağaradan oyulma şık ve güzel bir restoran, tavsiye edilir. Yemekler ortalama ama fiyatlar uygun.


Ve deve şeklindeki peri bacası...



Paşabağ mevkii, üçlü peri bacası bu da.



Üç güzeller


Bu yakışıklı Uçhisar Kalesi civarında rehberlik yapan Orhan:) Rehberliği kendisi kadar iyi midir, şüpheli, 1953'te Osmanlılar burayı aldı gibi bir şey söyledi. Ben de bunun üzerine "anlatma, fotoğrafını çekeyim sadece" dedim.

Ayrıca Ürgüp'te Turasan'ın şarap tadım merkezinden 4 adet şarapla döndük, bir şarap sever olarak orada kendimi nasıl kaptırdımsa hiç fotoğraf çekmemişim, zaten tadımdan sonra da sarhoş olmaya ramak kalmıştı.




Sinasos'tan ve muhteşem gezi ekibimizden manzaralar



Veee yılbaşı eğlencemizden kareler, yeni tanıdığım ve çabucak kaynaştığımız 6 güzel insan, güzel yemekler, enerjisi yüksek bir coğrafya ve Hamiyet'in güzel sesi.




Ve yılın ilk gününü manviyatı yüksek bir yerde geçirdik. En son durağımızdı burası, Hacı Bektaş-ı Veli Türbesi'ni ziyaret ettik. Öğretisi, felsefesi ile insanı uzun uzun düşünmeye sevk ediyor burası. Örneğin çeşmenin hemen üzerinde bir davut yıldızı içinde bir çiçek bulunuyor. Aslında bu yıldız değil, birbirinizi zıddı şeklinde yerleştirilmiş iki üçgeni ifade ediyor. Hayatı, dünyayı sembolize ediyor. İyiyle kötü dünyada iç içe, bir arada, bu hayatı sevgiyle, tasavvufla yaşamak ve iyiyi de, kötüyü de kabullenmek gerektiğini ifade ediyor. Öte yandan tarikatın 4 kapısında tamamen birbirinin zıddı şeyler öğretiliyor. Örneğin bir evrede Allah korkusu öğretilirken, diğer evrede korkmamak gerektiği öğretiliyor. Yaşamın çelişkisi ve sabit fikirli olmamak üzerine harika bir ders niteliğinde.

Ve yazımın da başlığı olan Hoşbulduk 2013'e gelirsek... Hacıbektaş'taki kahve molamızda, kahve içtiğimiz cafenin camında böyle yazıyordu, hani hep Hoşgeldin 2013 deriz ya... Acaba yıllar mı bize geliyor, biz mi yıllara gidiyoruz diye düşündüm uzun uzun... Ve bizim gittiğimize karar verdim.

Bu geziye giderken hiç bu kadar güzel zaman geçireceğim, insanlarla bu kadar güzel ilişkiler kuracağım aklıma gelmemişti. Sadece hava değişimi olsa yeter, diyordum. Ama diyorlar ya 21 Aralık'tan sonra yeni bir çağa girdik, foton çağı, iletişim çağı diye... Galiba doğru dedim, farklı yaş grubu, meslek ve cinsiyetten 8 kişi çok güzel kaynaştık, uyumlu ve harika zaman geçirdik. Yılbaşı eğlencesi için de pek ümitli değildim ama yeni yıla çok güzel girdik. Bu yılın nasıl geçeceği şimdiden belli oldu.

İşte o yüzden: Hoşbulduk 2013!