8 Aralık 2013 Pazar

Bir hızlı tren, öğrenci yaşamı, çibörek ve yakın yerler macerası: Eskişehir

Yedi yıl önce üniversiteyi bitirip toy bir müfettiş yardımcısı olarak kendimi Türkiye’nin farklı illerinde bulduğum zamanlarda ilk kez gitmiştim Eskişehir’e. Porsuk Çayı’nın iki kıyısında dizilmiş mekanlar, Ankara’da daha önce karşılaşmadığım bir ortam ve gerçekten özgün gece mekanları ile oradaki günlerimin güzel geçmemesi mümkün değildi zaten!

Şimdi bugüne döndüğümüzde masa başında sabitlenmiş durumdayım ve gitmek hissi de beni sık sık dürtüyor. O yüzden belki, hiçbir şey yapamazsam akşamımı spor salonunda geçireyim derdiyle günlerimi geçiriyorum, sabit kalmak bana göre değil.

Ancak kış gelip bizim bütçe süreçlerine girmemiz dolayısıyla izin kullanma imkânı da kalmayınca, üstelik kışın soğuk havaları, erken kararmaları da işin içine katılınca hareket kabiliyetinin kısıtlanması, gitme isteğimi katlıyor. İşte tüm bunlar kaşıntı misali “nereye gitsem” aranmalarının başlangıç noktası oluyor ve “bari yakın bir yerlere gidelim” ile sonuçlanıyor (en azından) J



Geçen Pazar sabahın erken saatinde kendimizi hızlı trende bularak başladık maceramıza. Business class’ta birkaç liralık farkla son derece konforlu bir seyahat geçirip yine erken saatte attık kendimizi Eskişehir’in sokaklarına.

Niyetimiz kahvaltıyla başlamaktı ama trendeki sandviç bizi ziyadesiyle tok tuttuğundan önce zamanında teftiş yaptığım şubeyi, civarında alışveriş yaptığım marketi, ayakkabı ve kestane şekeri aldığım dükkanları Mr. Balmy’e gösterip ardından meşhur Papağan Çiğbörek’i de tanıttıktan sonra Porsuk kenarındaki Hatır Kahvesi’nde sabah kahvemizi içmeye karar verdik. Eskişehir Ankara ve İstanbul’dan sonra size çooookkk ucuz gelecek haberiniz olsun!

Kahvenin ardından 4square’i açıp Odunpazarı’nın yolunu tuttuk, çok uzun sayılmayacak bir yürüyüşün ardından tarihi Odunpazarı evlerinin arasında bulduk kendimizi. Sokaklarda dolaştık, ruhu yakalamaya çalıştık. Sonra karnımız acıkmaya başlayınca çibörek yemek gerek diyerek yine 4square’den Odunpazarı civarında çibörek yenilecek mekanları araştırıp Kırım Tatar Kültür Evi’nin doğru adres olduğuna kanaat getirdik. Tarihi caminin önünden sola dönüşte nefis acı biber ve yaprak sarması eşliğinde çibörekleri yiyip tavsiye üzerine bir porsiyon samsa tatlısını da Mr. Balmy ile paylaştık.



Tam yemeği yiyip kalkmak üzereyken çocukluk arkadaşımdan bir mesaj geliyor, “ben de senin yakınlarındayım, arasana beni.” Taylan, çocukluk arkadaşım, Ankara’da yaşıyor, Eskişehir’de okumuştu, haftasonu için üniversite buluşması yapmak üzere Eskişehir’e gelmiş, caminin içindeki el sanatları dükkânlarını geziyormuş. İki dakikalık mesafe var aramızda!


Hemen Külliye’nin içine giriyoruz. Lületaşı müzesi, ebru, lületaşından takılar gibi çeşitli el sanatları ürünleri satılan minik dükkânlar ve kubbe altında tasavvuf müziği korosu çalışmaları var burada. Taylan’dan Eskişehir tavsiyelerini alıyorum. Sonra kendime lületaşından bir kolye ve minik bir küpe alıp biraz tasavvuf korosunu dinliyoruz, lületaşı müzesini de gezdikten sonra Odunpazarı sokaklarında dolaşıyoruz ve tarihi Osmanlı macunu bulup birbirimize ısmarlıyoruz.


Ardından tavsiye üzerine Sazova Kültür ve Bilim Parkı’nın yolunu tutuyoruz. Burası Türkiye için gerçekten büyük ve önemli bir merkez olmuş. Fizik deneylerinin, uzay müzesinin bulunduğu, dev bir havuz, kafelerin yer aldığı bir komplex. Bir yanda Kristof Kolomb’un gemisi var, diğer yanda Disneyland Şatosu’nun birebir aynısı. Bence Eskişehirlilere verilmiş güzel bir armağan, nefes noktası olmuş ayrıca öğrenciler için fizik kurallarını cümleler ve formüllerle öğretmek yerine deneylerle göstermek açısından da harika bir yer. Parkın çevresinde dolaşan küçük bir tren de var, parkta turladıktan sonra trene binip bir tur atıp parktaki gezimizi noktalıyoruz.


Parkın ana girişinin karşısından dolmuşa binip yeniden şehir merkezine gidiyoruz. Bir şehirdeki son birkaç saat en iyi nasıl geçirilirse biz de onu yapıyoruz. Barlar Sokağı’na kendimizi atıp Los Amigos’ta bira patates ikilisinin kollarına bırakıyoruz kendimizi. Tam o esnada spor hocam İnci’den mesaj geliyor, “ye onları sen ye, ben de gelince seni yiyeceğim.” Midem kasılıyor o anda. Tamam yarın pazartesi, yarın diyete kaldığım yerden devam diyerek kendimi rahatlatıyorum.


biranın ardından istasyona doğru yollanıyoruz. Yorgunluk, soğuk, çakırkeyif hallerle trende yanaklarımız yana yana Ankara’ya varıyoruz, erkenden sızıp kalıyoruz.




10 Kasım 2013 Pazar

Gerçekte ihtiyacımız olmayan şeyleri almak için sevmediğimiz işlerde çalışıyoruz

Bu ara buna taktım biliyorum.

"Hiçbir iş bulutların üstünde gezdirmez."
"İş güzel bir şey olsa üstüne para vermezlerdi."

Peki hobisini işe dönüştürenler? Ya da yaptığı işten hunharca zevk alanlara ne demeli? Asla anlayamıyorum. Ya çok para kazandıkları için o zevki alıyorlar ya da hakikaten hayatta onları işten daha fazla bir şey tatmin edemiyor ki, bu onlara özenmemi değil aksine acımamı sağlıyor.


Hobisini işe dönüştürenlere de diyecek lafım yok. Ben de denedim, ufak paralar da kazandım yalan değil, ama o zaman o hobin de bir stresli bir hal alıyor. "Aman beğenirler mi, nasıl fiyatlandırma yapsam?"

Öte yandan yaratıcılığımı da baltaladı açıkçası bu durum, kafanda düşünüp yeni bir şey çıkarmak işin zevk veren yanıyken karşındaki şöyle bir şey olsun dediğinde işin içine zorunluluk giriyor ve işin hobin olmaktan çıkıp yine işin haline geliyor. Ben en iyisi bunu özel günleri olan dostlarıma sürpriz olarak yapmaya devam edeyim deyip bıraktım.

Hala da "benim işim" ne bilmiyorum. Çünkü içinde yaşadığımız zamanların gereği bu, herkesi kalbinin ortasından vuran bir "iş"i olmalı. Yani işletme bitirdim, mali müşavir oldum, para kazanıyorum, mutlu değilim ama karnım doyuyor bakış açısı artık demode oldu. Artık hangi iş seni kalben tatmin edecekse ona uzunca bir süre emek ve para harcıyorsun. Yoga tutkunuysan yoga eğitmeni, mutfak aşığıysan pastacı, ruhani konulara meraklıysan yaşam koçu, dekorasyon işleriyle ilgiliysen organizatör oluyorsun, karnın doyarken ruhun da doyuyor, bu içindeki mutluluk işine bulaşıyor, o işi aşkla yaptıkça daha çok para kazanıyorsun. Üstelik bu işlere bulaşanların çoğu aynı zamanda bu işlerini bloglara taşıyor. İşin böyle güzel bir yanı da oluyor, bir muhasebecinin her gün tuttuğu kayıtları blogunda paylaştığına hiç rastlamadım!

Ben "iş"imi bulamadım hala. Neye tutkuyla bağlıyım? Seyahat etmeye, spor yapmaya, yazı yazmaya, biraz da süs püs işlerine... Hangisi işin olsun dersen, hiçbiri... Spor mesela... Bir-iki yıl biraz emek, biraz para harcayarak bir sürü sertifika alabilirim ama ben bunun benim hobim olmasını istemiyorum ki, başkalarına spor yaptırarak para kazanmak değil, kendim spor yapmak istiyorum. Seyahat etmek bir zaman işim değilse de, işimin önemli bir parçasıydı, bir süre sonra "yatağımda uyumak istiyorum artık" diye ağlamaya başladım. Çünkü kendi istediğim yere, istediğim kadar gitmek ve orada "tatildeyim" ruh haliyle gezmeyi seviyorum ben. Zorunluluklar iş hayatının en önemli kırılma noktası bence.

Tam da bütçe döneminin başlamak üzere olması bana bunları yazdırdı sanırım. "İş"imi henüz bulamadım, bir gün bulmaya niyet ediyorum, şimdi olsun!

Bu hafta yarım kalanları tamamladığım, uzun zamandır yapmaya niyetlenip bir türlü yapamadığım şeylere başlama haftasıydı. Günlük tutmaya başlamak gibi... Uzun, upuzun zaman geçip ya buluşalım, ne zaman buluşuyoruz, deyip bir türlü buluşamadığımız arkadaşlarımızla bir araya gelmek gibi.


Önce işyeri voleybol turnuvasında iyice kaynaşıp ardından karaoke akşamları, ev partileri, yemekler, maillerle şarkı paylaşımlarıyla iyice kaynattığımız ama bir zaman sonra görüşemediğimiz arkadaşlarla Üstad Restoran'da bir akşam yemeği yedik. Cuma akşamı olmasına rağmen oldukça sakin bir mekandı. Gitarla şarkılar söyleyen Korhan Bey'in sahnesi çok iyi olmasına rağmen servisi başarısız buldum. Mezeler son derece küçük porsiyonlarla geliyor ve istediğiniz şeylerden bambaşka şeyleri masanızda bulabiliyorsunuz.




Assos Meyhane'de ise sahne alan canım arkadaşımızı dinlemeye gidip ardından geçen hafta Ankara'ya açılan Sess'i hayırladık. Sess için söylenecek en önemli şey: Müzikler bir harika!

Sinemada Benim Dünyam ve Behzat Ç.'yi izledik. Uğur Yücel'i çok severim, Benim Dünyam da kötü bir film diyemem ama ruhum karardı resmen, ki ben öyle filmlerden çok etkilenmem, tüm akşamım rezil oldu. Behzat Ç. ise umut dolu bitişiyle keşke her şey filmlerdeki gibi olsa, dedirtti!


Bu hafta ise tam yirmi yıllık arkadaşlarımızla toplaşma zamanı geldi. Çocukluk öyle bir şey ki o zaman yaptığın, gittiğin, yediğin, içtiğin her şeyin ayrı bir özlemi var. Çocukluk arkadaşları mesela, istersen şimdi ortak hiçbir paydan kalmasın seni en yargılamadan, en art niyetsiz halleriyle kucaklıyorlar. Farklılıklarınıza rağmen bir bütünleşme hali oluyor, ilginç bir şekilde o zaman sevdiklerini yine çok seviyorsun, sevmediklerini de bin yıl geçse sevemiyorsun. Benim ortaokul arkadaşlarımın çoğu da böyledir, kızlı erkekli birçoğunun bendeki yeri hep ayrıdır, o yıllar ömrümün en keyifli zamanlarındandır. İşte bu hafta hamilesinden, şarkıcısına küçük bir grup olarak uzun zaman sonra yine bir aradık, doyamadık!


Ardından sakin bir akşam geçirmek üzere Armada'daki Feel Good'daydık, barmeni yanıma çağırıp "bugün içim yanıyor, ağzım kupkuru, bana özel bir kokteyl yap" diyip, karşılığında da bol naneli bir kokteyli masamda bulmam işten bile değildi, bu kadarcık şey bile insana kendini özel hissettiriyor ne yalan söyleyeyim.

Hep özel kalmak dileğiyle...



4 Kasım 2013 Pazartesi

Bu bir dünya şeyime, minaresi de öbür şeyime yazısıdır!!!

Merkür geri gidiyor bu ara. Her şeyi buna bağlamak o kadar kolay ve güzel ki…

Sabah yataktan kalkışım lanet getirerek bu aralar, tabi bir iş günüyse uyandığım. Sonra birkaç nefes egzersizi, yüz yogası derken gün için gereken hayat enerjisi geliveriyor üzerime. Kahvaltımı yapıyorum, spor yapacaksam kayısı kıvamında bir yumurta mönüye eklensin! Kocaman bir de beslenme çantası: Halamın bahçesinden kafam kadar bir elma, yağsız yoğurt, yine halamın bahçesinden toplayıp özenle kurutup bana hazırladığı çiğ badem, fındık, ceviz üçlüsünden bir kuble.

Trafikte azıcık söylenme… Kendime söz verdim sinirlenmeyeceğim, sinirlensem de hırslanmayacağım, sadece “şefkatle söyleneceğim” ve o anda unutacağım ve sanırım başardım bunu da!

Geldik işe… Bu durağan ve sessiz iş benim gibi hiperaktifliğin gözüne vurmuş birine göre değil bunu anladık ama yine de işimi sevmek, hadi abartmayayım sevgiyle kabullenmek kısmının da üstesinden gelmeye çalışıyorum, para kazanırken mutsuz olup bu mutsuzluğu para verilen şeylerle giderme paradoksunu çözmenin peşindeyim. Yolum uzun…

Çıkıp koşa koşa spora, o yoksa bir plan program, hiç olmadı evde kendime zaman ayırma. Mr. Balmy ile, olmadı bizim kızlar tayfasıyla zaman geçirme, uyuma, uyanma, bu sevgi dolu rutini tekrar edip durma…
Günlerim böyle akıyor işte.


Kalabalık kızlar grubumuzla da keşif, sohbet ve eğlenceye devam ediyoruz. Sekiz-on kişilik ekiple zaman zaman ev toplaşmalarında şarap gecelerinde uzun uzun sohbetler ediyoruz, zaman zaman kendimizi bir meyhanede efkarlanırken ya da göbek atarken buluyoruz. Bu kızları seviyorum ben, hepsinde ayrı ayrı hikayeler, ilgi alanları, hassasiyet… Tek bildiğim efkarları bile güzel, insanı aşağı çekmeyen cinsten, hayatım boyunca beni en iyi motive eden, hayat karşısında hızlandıran, coşturan arkadaş grubum onlar oldu, gerçekten!





Ev toplaşmalarımız harika sofralar yanında derin konuları da beraberinde getiriyor. Aşk, ilişkiler, seks bunların başında, ama ilginçtir, erkek dedikodusu diyemem bunlara, konumuz “biz” odaklı. Sonra sağlıklı yaşam, nasıl birer “fitness girl” oluruz, evrene ne mesaj göndersek, yoga mı, pilates mi diye sürüp gidiyor, her ayrılık damakta güzel bir tatla bitiyor. Evet biraz aşk gibi bahsettim biliyorum ama hissiyatım bu ne yapalım! 

Gelelim keşiflere:

1.       Anason Meyhane

Havaların soğumaya başladığı günlerde spor sonrası, hem de ben İstanbul’a doğru yola çıkmadan, üstelik de hiçbir hazırlık yapmadan birkaç saat önce buluştuğumuz bir mekan. Küçük, sevimli ve kaliteli. Aslında benim bayıla bayıla gittiğim Cafe Botanica’nın arka tarafı, sanırım mekanlar ortak, hep ön bahçesinde oturduğum yerin arkasına dolaşmak hiç aklıma gelmemiş! Hafif müzikle sohbetli rakı-balık sofraları için ideal.



2.       Kalispera

Canlı müzikli, eğlenceli meyhane akşamlarını sevenler Ankara’da illa ki bir kere de olsa kendilerini Meandros’ta bulunmuştur. Kalispera Meandros’un hemen yanında. Meandros’a göre alanı daha ferah, mezeler başarılı, müzik hat safhada coşturucu. Tek sorun siz pistte göbek atarken garsonlar ve tuvalete gitmeye çalışan müşteriler tarafından sürekli olarak rahatsız edilmeniz. Sahneyi ve pisti başka yere taşımak gibi basit bir çözümle halledilmeyecek bir şey değil neticede, beğendim, olmuş.

3.       Mutlu Lokantası

Mr. Balmy ile keşiflerimize gelirsek, onlar daha ziyade damağa hitap eden cinsten. İkisi evimize yakın olmaları dolayısıyla Güvenlik Caddesi’nde yer alan ve yan yana duran biri balıkçı, diğeri döneri ile ünlü yılların lokantası.
İlk olarak Mutlu Lokantası’ndan bahsedecek olursam, son derece salaş bir mekan burası, üç-beş masa içeride, üç-beş masa dışarıda. Döneri, kuru fasulye ve pilavı ile ünlü. Akşamüstü tüm yemekler bitince dükkanı kapatıp gidiyorlar. Biz dönerinden tattık, çocukken yediğim Ankara döneriyle aynı tattaydı. Yanına kızarmış bir de ekmek getiriyorlar yemelere doyulmaz. Yakınlardaysanız paket servisi de var. Biz bir kere de eve söyledik ama yerinde yemenin tadı bambaşka!


4.       Balıkhane Derin Deniz Su Ürünleri

Burası da salaş bir balıkçı havasında. Amasra salatasını, ızgara ahtapotunu ve ızgara çinekopunu denedik. Izgara balığı ağır ağır pişiriyorlar, gerçekten nefis bir tadı var, anlatılmaz sadece tadına varılır. Ancak balığın gelmesi uzun sürüyor, o yüzden öncesinde Amasra salatasını ve deniz ürünlerini de denemeniz için bir fırsat. Ben ızgara ahtapotuna da, salatasına da bittim, gerçi açlıktan fotoğraflamamışım ama onu da “fotoğraf çekeceğim diye hayatı kaçıramam” prensibine verelim! Bir dahakine rakılı, mezeli ve karidesli kalamarlı bir yemek düşünüyorum.


 5.       Piola

Bu aralar Escales’teki La Dolce Vita programına fazla sarmış olmamdan dolayı mütemadiyen İtalyan yemeği aşermekteyim. Bu nedenle Tepe Prime’da biraz İtalya havası solumak isteyenlere Piola’yı tavsiye ederim. Nefis pizzalar eşliğinde sohbet edip şarabınızı yudumlayın. Deniz ürünleri pizzasına bayıldım, mekanın konsepti çok hoşuma gitti, yakın zamanda sevdiğim bir kız arkadaşımla uzun uzun yemek yiyip şarabımı içip derin sohbetlere girmeye niyet ettim.


 6.       Cucina Makkarna

Yeni mi keşfettin diyebilirsiniz ama evet yeni keşfettim. Kaan bey isminde buranın her şeyi muhteşem bir adam var burada. Yemeklerde, mekanda emeği çok fazla, masa masa gezip hatır soruyor, sohbet ediyor, yemek tavsiyelerinde bulunuyor, resmen misafir gibi ağırlıyor müşterileri. Mr. Balmy ve onun can arkadaşıyla gidip Montes Şili şarabını açtırıp yanına da başlangıç olarak güveçte taze dometesli deniz ürünleri, ki güveç kapağı olarak harika bir ekmek hamurunu kullanmışlar, safranlı linguette ve beyaz peynirli Yugoslav köftesini alıp hepsinden tada tada damaklarımızı coşturduk. Tatlılarda aklım kaldı ama sadece bir tanesine yer kaldı maalesef. Böğürtlenli Makkarna Special içten dışa yendiğinde tuzlu, dıştan içe yendiğinde tatlı tadı aldığınız enfes bir tatlı. Burası gerçekten muhteşem, bir an önce tekrar tekrar gidip mönüde denenmedik şey bırakmamak istiyorum!


7.       Mart Menekşeleri

Bu da en son okuduğum kitap. Rahat okunuyor, akıcı ve merak uyandıran bir öyküsü var. Okumazsanız çok şey kaybetmezsiniz, ben de sadece not düşmek derdiyle yazıyorum zaten. Kafa yoğunken iyi akıp gidiyor ama hakkını da yemeyeyim.
Kış geliyor, biraz daha kabuğuna çekilmiş haller bizi bekliyor, okumalı, gezmeli, yazmalı, spor dolu günler minnoşlar.  XoxoJ


30 Ekim 2013 Çarşamba

Aaaa buradaymışım!

Yapılanlar artınca yazılanlar azalıyor. Bir de buna teknik sorunlar eklenince blogda beni ara ki bulasın!

Aybaşında ani bir hava soğuması yaşadık tam o günlerde apartmanda kalorifer kazanının değişeceği tuttu. Öyle ki eve gitmemek için nereye gideceğimi, ne yapacağımı şaşırdım, hatta bir sabah dizimi bir yerlere çarpıp kanatmışım ve hissetmemişim bile. Bu soğuk gecelerden birinde üzerime battaniye, kucağıma sıcak su torbasını alıp film keyfi yaptım. DVD’cimin isabetli seçimlerinden "Trance" bir Danny Boyle filmi. Bir müzayede çalışanı olan Simon önemli bir eserin çalınması için işbirliği yapar ancak daha sonra başına aldığı bir darbe nedeniyle olayı ve eserin yerini hatırlayamaz, suç ortakları tablonun yerini öğrenmek amacıyla onu hipnozcu Elizabeth’e götürürler. Bir Danny Boyle filmi olması, çok şaşırtıcı, çok sarsıcı bir film olduğunu söylememi gereksiz hale getiriyor. Heyecanlı, olayların aslını ancak film bittikten bir süre sonra algıladığımız bir film. Hatta oyunculuklar öyle iyiydi ki bir süre hayır aslında böyle olmamalıydı diye filmin sonuna direndim bile diyebilirim. Ayrıca kadın güzelliği-kusursuzluğu üzerine güzel örnekler, göze batmayan detaylarla verilen mesajlar filmin etki alanını genişletiyor. E kış da geldi, bir akşam DVD keyfi yapmak için iyi bir seçim olabilir, benden söylemesi.


Ekim ayı içerisindeki bayram tatili sezonun sonunda ilaç gibi geldi açıkçası. Biz aile saadetiyle her şey dahil beş yıldızlı bir otelde 6 gün geçirdik. Şiddetle karşı olduğum bu tarz tatil, aşırı sıcak olmaması ve kalabalık aile ortamında curcunalı geçmesi sebebiyle olabileceğinden daha keyifli geçti açıkçası. Antalya Side’de Cesars Resort Hotel’de geçti bayram tatilim. Konumu gerçekten muhteşem, son gün hava bozunca lobiye tıkılıp kalmak dışında zihni dinlendiren bir tatil oldu. Okudum, yürüdüm, denizin tadına baktım, akşam güneş batıp hava serinleyince kendimizi serin denizden sıcak hamama attık, güle eğlene birbirimizi yıkadık! Hayatta en çok nazlandığım insanların bir arada olmasını fırsat bilerek bir ona, bir öbürüne kapris yaptımJ


Okumalarım yavaşladı bu aralar. Yine de günde 2 sayfa da olsa her gün elimde bir kitap var ama. Tatilde “Nasıl Kadın Olunur?” isimli kitabı okudum. Başlangıçta chicklit kitabı olduğunu düşünmüştüm ama konusunu okuyup aslında pembe renkli eğlenceli kapağının ve adının tam aksine feminizmle ilgili bir kitapla karşılaşınca ilginç gelip aldıklarımdandı. Anlatış biçimi hayli eğlenceli.

Feminizmi “erkek düşmanlığı”ndan çok başka bir yerde ele alıyor bu kitap. Yazarın kendi hayatından örneklerle anlatılıyor. Kadınlara dayatılan güzellik kriterlerinden, cinsellik, evlilik, ilişkilerden dem vurarak kadın-erkek eşitsizliğini vurguluyor kitapta. Ancak çok eğlenceli ve komik bir anlatımla.
Örneğin, kadınların neden ağda yaptığını sorguluyor, bunun çıkış noktasının porno filmlerde olduğunu ve sadece yapılan işin iyi görünmesi için yapıldığını iddia ediyor, boşuna ağdayla uğraşıp kendimize eziyet etmeyelim diyor! Erkeklere güzel görünmek için rahatsız iç çamaşırları giymeye karşı çıkıyor, “sanki onlar bizi mutlu etmek için donlarından 2 Prag bileti mi çıkarıyor” diye açıklıyor bu durumu.
Erkekler ölsün gebersin de biz haklarımızı öyle bulalım demiyor, onların aynı şekilde olduğu bir dünyada şartları iyileşen kadınlar olalım diyor.

Arada kocaman kahkahalar ata ata değişik bir şeyler okumak isterseniz bu kitabı koyun sepete.
Bunların dışında benim hayatım sporla, dostlarla ve Mr. Balmy ile geçiyor.





Pilates Reformer PT’si aldığımı daha önce bu sayfalarda okumuştunuz. 7 dersin ardından yapamadığım bazı şeyleri yapmaya başladım, özellikle esneklik konusunda çok aşama kaydettiğimi ve gerçekten hocayla bire bir çalışmanın grupla ya da kendi başınıza yaptığınız spordan çok daha etkili olduğunu fark ettim. Ben ki kondisyonu iyi, güçlü ve spora yıllardır ara vermemiş biri olmama rağmen zaman zaman öyle zorlanıyorum ki daha önce hiç spor yapmamış gibi hissediyorum. Bu özel derslerin benim için en önemli özelliği motivasyonu yükseltmesi oluyor. Bir kere yediklerime dikkat ediyorum, gaza geliyorum, daha sağlıklı yaşamaya çalışıyorum. Hele ki hocayla elektriğiniz tutarsa gerçekten motivasyon üçe beşe katlanıyor. 10 derslik aldığım PT’nin devamı gelecek gibi görünüyor.

İşin spor kısmı işte burada, kızlarla ve Mr. Balmy ile keşiflerse başka bir postun konusu... Bomba keşifler var, ona göre...







18 Ekim 2013 Cuma

Ateşe baca lazım, kitaba hoca lazım, bana bi koca lazım, o da bu gece lazım

Geçtiğimiz günlerde medeni halimin “evli” olarak değişmesinin üzerinden tam bir yıl geçti.
Artık kimse “alıştın mı, nasıl gidiyor” diye sormuyor. Hatta bir arkadaş “1,3,7 eşiğinden ilkini geçmişsiniz, tebrikler” dedi.


Genellikle hiç evlenmemiş insanların “evlilik insan doğasına aykırı yaaeee, çok saçma yaneeee”  gibi klişe yorumlarına kulak asmadım ben hiç ya da mutlaka evlenmeliyim, bir kocam olmazsa ölürüm de demedim. Her şeyin bana ve karşımdaki insana bağlı olduğunu düşündüm. O yüzden “evlilik bana göre değil” demek yaşayacağınız şeyi bir kalıba sokmak demek, oysa bilemezsiniz sizi neler bekliyor, nasıl davranacaksınız ve karşınızdaki nasıl olacak. Herkes evliliği aynı şekilde yaşamıyor, buradan başlamak lazım.

Benim annemle babam otuz altı yıldır birlikteler, hiç ayrılmamacasına. Yani birbirleri olmadan gezmeye, tatile gitmezler, birbirlerinden çok bağımsız bir çevreleri hiç olmadı, aynı giysi dolabını kullanıyorlar, her hafta sonunu da ikisi beraber geçiriyor. Oysa benim evliliğimde böyle bir şey yok. Mr. Balmy’nin de, benim de ayrı birer hayatımız, bunun yanında ortak bir alanımız var. Giysi dolaplarımızı bırak, giyinme odalarımız, kullandığımız tuvalet bile ayrı. O evde otururken ben arkadaşlarımla gezip eğleniyorum, ben arkadaşlarımlayken o da kendi arkadaşlarıyla bir şeyler yapabiliyor. Ancak birbirinden kopuk, herkes kendi hayatını yaşıyor durumumuz da yok. Birbirimizden hep haberdarız, zaman zaman bu farklı arkadaş gruplarını bir araya getirip eğlenceye hep beraber devam ettiğimiz de oluyor.

Verdiğim bu iki örnekten biri doğru, diğeri yanlış demek için anlatmadım bunu. Herkes farklı yaşıyor, farklı şekilde mutlu oluyor. Biz eve kapanıp günlerce birbirimizle kalınca bunalıyoruz, arada farklı şeyler yapınca birbirimizi özleyerek eve geliyoruz, birbirimize karşı daha sabırlı ve anlayışlı oluyoruz. Biraz nefes almış, mola vermiş oluyoruz sanki.

Evliliğin bence en güzel yanı bir “düzen”inin olması, kendine ait bir yaşam alanı kurman. Şimdi denilebilir ki bunun için evlenmeye gerek yok. Benim düzenden kastım yalnız yaşamak değil, çünkü hiç sevemedim ben yalnız yaşamayı. Yatmadan yatmaya zar zor gittiğim, evin eksiğinin hiçbir öneminin olmadığı amaçsız bir düzen oluyor o. Evde bir erkeğin daha kolay yapacağı bir işi yaparken hayıflanıyor insan, boşluk hissediyor. Bunu kastediyorum. Tabi ki ille de kocanız olmalı, başınızda bulunmalı demiyorum. Çünkü katlanamadığın bir insanla her gece aynı havayı solumak muhakkak ki zor. Ancak sevginin ve saygının olduğu bir ilişkide “evlilik” hayatı gerçekten iyi gidiyor.

Bir formülü yok bunun. Evlilik bir kumar, iyi de çıkabilir, kötü de, gerçekten bilemiyorsunuz ya da bu doğrudur, şu yanlış gibi bir şey yok, iki farklı insan, maya, hayata bakış açısı farklı olunca sevmek, saymak da yetmiyor. Ancak şunu biliyorum, birini sevmek zaman zaman gururunuzu bir kenara bırakmayı gerektiriyor, bazen yapmayı hiç sevmediğiniz şeyleri yapmaya zorluyor, bazen sırf o mutlu olsun diye debelenip durmayı gerektiriyor. Ama emek verilen her şey ayrı bir güzel oluyor, daha çok kenetleniyorsunuz.
Neyse daha fazla anneler misali konuşmayı bırakıyorum.

Bu haftasonu kutlamamızı yapmak üzere İstanbul’daydık ve ne tesadüf ki beraber olduğumuz 3 yıldır, her yıl bu tarihlerde İstanbul’da oluyoruz. Gelenek haline geldi bile denilebilir.


Yola canım Demet, eşi Uğur ile birlikte dörtlü olarak çıktık. Nefis Boğaz Köprüsü’nden geçip kendimizi Bebek’e attık. Kırıntı’da tatlı, çay, kahve molasının ardından Boğaz’da bir süre yürüdük. Ardından Demetler’i İstanbul’daki arkadaşlarının yanına bırakıp biz de Cihangir’deki otelimize attık kendimizi. Residance La Vue Hotel’in birinci katında kısmi deniz manzaralı süit bir odada kaldık. Hemen karşısında İspark’ın otoparkına arabamızı bıraktık.


İstanbul öyle bir şehir ki her ne yapmak isterseniz onu yapmak için illa ki önünüze bir fırsat geliyor. Otelimizden yürüyerek Galata’daki Akın Balık’a gittik. Güneşi batırana kadar ayaklı çay bardaklarında rakımızı içtik, balık, kalamar, mezeye doyduk. Oradan bir İstanbul klasiği Tünel’e binip kendimizi İstiklal Caddesi’nde bulduk, kafamız güzel, İstanbul havasını soluduk zevkten dört köşe. Bir yerde oturup kumda pişmiş Türk Kahvesi içtik. Ardından yürüye yürüye Harbiye Açık Hava Tiyatrosu’na attık kendimizi. Şahane bir İlhan İrem performansı izledik, soğuğa rağmen!

İlhan İrem çocukluğumda birkaç şarkısı yanında, ilginç klipleri ile de hafızamda yer etmişti ancak asıl hayranlığım üniversite zamanlarında başladı. Tüm albümlerini kaset olarak arşivleyip birçok şarkısını da ezberlemiştim. Ardından araya zaman girdi, ben müzik dinlemekten uzaklaştım biraz. Bundan yaklaşık 6 ay öncesinde tv’de bir İlhan İrem belgeseli görüp izlemeye başlayınca Mr. Balmy de, ben de hayretle fark ettik ki ben her şarkıyı ezbere biliyorum! Sonra birden yıllardır aklımın ucundan geçmeyen bir şeyi fark ettim: Ben İlhan İrem’i çok seviyorum ve dünya gözüyle bir kez izlemek istiyorum! Sonra bir de baktık 21 Eylül’de Harbiye Açık Hava’da konseri var. Tam da evlilik yıldönümü haftasına geliyor, yapalım bir hovardalık dedik, iyi ki demişiz! Muhteşem bir ses, dopdolu bir sanatçı, çok çok başarılı bir orkestra… Böyle efsaneleri sahnede bir kez canlı canlı görmek şart!


Konser sonrası kendimizi otele attığımızda yorgunluktan neredeyse bayılmıştık. Sabah uyanıp bu kez Karaköy’e indik birkaç dakikada. Meşhur kahvaltı mekanı Namlı Gurme’de peyniri bol, lezzetli bir kahvaltıdan sonra ağır aksak Galata’yı turladık, Eminönü’ne geçtik, yağmura yakalandık, Yeni Cami’ye sığındık. İstanbul şehri Nişantaşı, Bebek filan değil bence, Karaköy, Galata, Cihangir… Bir tarih var, ruh var, gerçekten her geldiğimde bambaşka bir şey keşfediyorum, bu sefer de hayranlığım katlandı. O kadar mahvedilmesine rağmen hala güzel, hep güzel!

Sonra otele gidip arabamızı aldık. Dörtlü ekibimize Anadolu yakasında Suadiye Cafe’de Ayşem ve Aykut da katıldı. Bir-iki saatlik keyifli sohbetten sonra zar zor ayrıldık İstanbul’dan. En kötüsü Ankara’ya dönüş misali. Allah tekrarına erdirsin ne diyelim!

10 Eylül 2013 Salı

Ruhu havalandırmak, bedeni arındırmak=Transformal Nefes+Detox

Ankara’da son bir haftadır sonbahar havalarını hissediyoruz, artık üzerimize hırkalar alarak dışarı çıkıyoruz, uzun kollu pijamaları giymeye başladık bile.

Kışa girerken ben de biraz ruhumu ve bedenimi rahatlatmak istedim. Bu pazarı kendime detox günü ilan ettim.

Birkaç haftadır sporda yılların alışkanlığını bir kenara bırakıp yeni bir şeyler denemeye karar vermiştim. Bu aşamada çoksevdiğim spinning dersi baki kalmak üzere ağırlık çalışması yapmaya başladım. Bunun yanında haftada 2 kez pilates ve haftada 2 kez de yoga yapmaya başladım. 2 pilatesten birini de benim canım İnci Noyan Hocamdan özel reformer dersi alarak yapmaya karar verdim. Zira kondisyonum iyi olsa da esneklik konusunda bir kütüğüm ben! Bu da hayata esnek bakmadığımızın işaretiymiş. Yani yıllardır neredeyse hiç ara vermeden spor yapmış ben, şu an yepyeni bir şey deniyorum ve hayatımda ilk kez spor yapıyor gibi hissediyorum. Öte yandan Barış İşcan Hocamın yoga dersleri de bedenekonsantre olarak zihni nasıl devre dışı bıraktırır gösteriyor, tabi bol bol esneterek.

Bu yeni program beslenme konusunda da beni bir hayli motive etti, çünkü ne kadar spor yaparsanız yapın, beslenmenize dikkat etmezseniz, bedeniniz istediğiniz forma gelemeyecek, bilin. Benim en önemli sorunum bir şeker bağımlısı olmamdı. Şimdi tamamen bıraktım diyemem, öyle bir niyetim de yok ama en azından haftada bir ya da iki kez ve ölçülü yediğimi de belirtmek isterim. Öte yandan hala en zayıf noktam olduğunu da itiraf edeyim ama.


Bu yeni spor ve beslenme alışkanlığı geçtiğimiz Pazar’ı da kendime detox günü ilan etmemde motivasyon oldu. Sabah öncelikle limonlu büyük bir bardak ılık suyun ardından yeşil elma, maydanoz, limon, adaçayı, zencefil, zerdeçal, kabuk tarçından oluşan detox çayımı kaynatıp aç karnına bir güzel içtim. Ardından koyu yeşil renkli sebzeler (ben ıspanak, brokoli, maydanoz, nane, kabak koydum), domates ve soğanla hazırladığım detox çorbasını da içip sporda ter atarak işe başladım, önce spinning ile ter attım, ardından yoga yapıp ruhun terini atmak üzere transformal nefes seansına gittim.


Daha önceki yazılarımda bahsettiğim seansın üçüncüsü gerçekleşti. Seans sırasında bol bol kırmızı elbiseli çocukluk halime sarıldığımı, MrBalmy’nin kucağına yattığımı ve onun benim saçlarımı okşadığını ve annemle babamı bol bol kucakladığımı gördüm. Yine el ayak uyuşmaları yanında, diz titremeleri, ağlamalar derken her zamankinden daha iyi bir seans geçirdiğimi söylemek istiyorum.

Transformal nefes, seans sırasında yaşananların yanında,sonrasında da yaşam, bilinçaltı, ilişkiler, huy, alışkanlık ve bedensel rahatsızlıkların asıl nedeni olan ruhsal sıkıntılarla ilgili de pek çok farkındalık yaratıyor. Halı altına süpürülen her şeyi ortaya çıkarmaya ve en önemlisi bunlarla yüzleşmeyeve düzeltmeye sevk ediyor insanı. Benim ikinci seansımdan birkaç ay sonra bile çocukluk travmalarımla ilgili bazı şeyleri keşfetmeme, ilişkilerimde daha çok empati yapabilmeme yardımcı olduğunu düşünüyorum. Her şeyden önce seri halinde, kesintisiz alınıp verilen nefesler sayesinde en iyidetox olduğu da söyleniyor. Fazla oksijen bende sonrasında biraz baş ağrısı yapıyor ama her düzelme biraz sancılıdır ne yapalım!


Nefesin ardından evde detox çorbamdan bir kase daha içip bu kez kendimi Puri Day Spa’da Nuran Abla’nın ellerinde buldum. Hamam, kese, köpük, masaj derken kış bahçesinde ayakları uzatmak detoxun mutlu sonu oldu.

Sonra da MrBalmy ile Fırıncı Orhan’da kadayıfa sarılı keçi peyniri salatası yedikten sonra eve yollandık, gerçekten harika uyandım, iki gündür de kuş gibi hafifim.

Detoxun bence en önemli parçası kaygıları, korkuları, endişeleri, sevgisizliği, mutsuzluğu zihnimizden atmak. En azından bu bir gün kendimde beni mutsuz eden ne varsa uzak olmaya çalıştım, aklıma geldikçe kovdum, zihnimden uzak tuttum, kendime huzur verecek düşüncelere yöneldim. Asıl olan mutluluğu ve sevgiyi tüm iliklerimize kadar yaşamak ve bunu yaymak. Bunu da bir gün değil, her gün yapmak gerekiyor; maalesef ruhun terbiyesi, beden terbiyesinden daha uzun sürüyor ama sonuçları en az bedendeki kadar göze görünüyor.

Arada bir yükleri indirmek, ruhu havalandırmak, bedeni rahatlatmak gerçekten muhteşem oluyor. Bence siz de kışa girmeden bir günü kendinizi şımartmaya ayırın, ne dersiniz, güzel olmaz mı?

31 Ağustos 2013 Cumartesi

Ağustos ajandasından mekanlar, filmler, diziler, kitaplar

Tatil postlarım bitti. Onları bitirene kadar ben de normal hayatıma yavaş yavaş geri döndüm, adapte oldum, yine yaşantımı sevdim, yedim, içtim, gezdim, çalıştım, spor yaptım, balkonumda yemekler yedim, arkadaşlarımla zaman geçirdim, sohbetler ettim, Mr. Balmy ile planlar yaptım, kitaplar okudum, yeni film-dizi keşiflerinde bulundum.

Kısa kısa bunlardan bahsedecek olursam:


1.       Salı Kadınları

Tatil öncesi D&R’da indirime girenlerinden bir sürü kitap aldım, tatilde okumak amaçlı içlerinde chick lit  dediğimiz türden de bir-iki tane vardı. Salı Kadınları bunlardan biriydi, gerçekten de tatilin ilk haftası okuyup bitirdim, sonraki 1 hafta niye yanıma başka kitap almadım diye hayıflanıp durdum.

Özetle uzun yıllardır arkadaş olan ve her Salı toplanıp birbirleriyle zaman geçiren beş kadından birinin eşinin ölümüyle, kadınların bir yolculuğa çıkarak o yolculukta ölen kocanın sırlarını keşfetme hikayesi anlatılıyor.Hızlı okunan, merak uyandıran, ince sayılabilecek bir kitap, tam da amacına uygun, zaman geçirmelik, okumazsanız çok şey kaybetmezsiniz, okursanız niye okudum demezsiniz.

2.       Bir Dizi: Da Vinci’s Demons

Türk televizyonlarından sıtkım sıyrılalı evde zaman geçirme halim genellikle bir şeyler okumak ya da müzik dinlemekten ibaret. Ancak beraber yaşadığım bir Mr. Balmy olunca bu fazlasıyla “özgür” takılmak anlamına geliyor. Onunla beraber yabancı diziler ve filmler alarak nitelikli zaman geçirmek istedik, kendimize bir de kafa dengi bir cd’ci bulduk ki, o “beğenmezseniz iade alırım” diyerek tavsiye ediyor, biz de eve gelip zevkle izliyoruz.

Da Vinci benim ilgi alanlarımdan biridir, küçüklüğümden beri merakımı cezbetmiştir. Da Vinci’s Demons 7-8 bölüm oynadıktan sonra sezon arası vermiş yeni bir dizi. Fantastik de sayılabilir ama o 7-8 bölüm bile bizi bizden aldı. Tarih, entrika, büyü, hayranlık… Birçok şeyden nasibimizi aldık, şimdi yeni sezonu heyecanla, hevesle bekliyoruz.


3.       Üç Film Birden

Cd’cimizin beğenme garantili filmlerinden üçü: Biri Fransız, biri Norveçli, diğeri İspanyol.

Bir Fransız filmi olan Intouchables (Can Dostum) öyle bildiğiniz başı-sonu belirsiz, bitti de burada mı bitti dediğimiz Fransız filmlerinden değil, sıcak bir arkadaşlık hikayesini anlatıyor, oldukça eğlenceli ve güzel vakit geçirten bir film olmuş. Özetle boyundan aşağısı felç olan zengin ve aristokrat beyaz bir adam olan Philippe'e yardımcı olmak deyim yerindeyse el-ayak olmak için siyahi, üstelik hapishaneden yeni çıkmış, son derece “hayta” ancak hayatı da rast geldiği gibi yaşayan Driss işe alınır. Phillippe’e yaşadığı hayatından, gördüklerinden bambaşka tecrübeler yaşatır, hayata basit bakış açısıyla çoğu zaman şaşırtır.

Ummadığımız insanlarla ummadığımız ilişkiler kurar, ummadığımız dersleri onlardan öğreniriz biz de bazen. Bu bazen bacak kadar bir çocuk da olabilir, eğitimsiz biri de. Filmin dokunduğu nokta da bu zaten, hayatta kimden ne alacağımızı bilemeyiz, insanlara yaklaşırken bunu unutmayalım.

İspanyol sinemasından nefis bir film olan El Cuerpo (Ceset) ise ikinci filmimizdi. Benim gibi ezelden beri şaşırtıcı sonlara özel bir merakınız varsa ve bu merakınız sayesinde artık her şaşırtıcı sonu önceden tahmin edebiliyorsanız buyurun ters köşeye! Filmde zengin ve kocasından yaşça büyük Mayka şüpheli bir şekilde kalp krizi geçirerek ölür ve ertesi gün cesedi morgdan kaybolur. İlk şüphelenilen kocası Jamie’dir ve tüm kanıtlar da katilin Jamie olduğu yönünde gelişmektedir. Ancak filmin en sonunda muhteşem bir intikam hikayesi ile tahmin edilemeyecek bir sona varılıyor. Efektlerle germeye hayır diyorsanız, gerilim dozu da gayet yerinde olmuş.

Bence bu üç güzel filmin en güzeli olan Hodejegerne (Kafa Avcısı) ise Norveç’ten kopup ekranlarımıza düştü. Bir insan kaynakları yöneticisi olan Roger aynı zamanda değerli tabloları çalarak ek gelir sağlamaktadır, böylece karısı Diana ile lüks bir hayat sürmektedir. Çalıştığı yere iş başvurusunda bulunan Clas’ın elindeki değerli tabloyu çalarak büyük bir vurgun yapmaya hazırlanırken işler hiç de umduğu gibi gitmeyecektir.

Filmde çok güldüğümüz sahneler oldu, çok duygulandığımız, hayli romantik bulduğumuz sahneler oldu, son derece gerilimli, aksiyonlu sahneler oldu, çok şaşırdığımız sahneler oldu. Ne ararsanız vardı yani. Film başladığında uyumak üzereydim üstelik yorgundum da, filmin ilk 5-10 dakikasında gözlerim kapandıysa da sonrasındaki aksiyonla yatarak bile izleyemedim, ki genellikle gözlerim kapandıysa uykuya direnemem pek.

Norveç’te tüm zamanların en çok izlenen filmi olduğunu da ekleyip izleyin izlettirin, demek istiyorum.

Bu üç film artık bana “Hollywood da neymiş, peh!” dedirtti, cd’cimizi de gıyabında öptük bol bol Mr. Balmy ile… Bundan sonra bol bol film tavsiyesi alabilirsiniz benden.

4.       Hrant

İndirimli kitaplardan biri de buydu, Tuba Çandar’ın kitabı Hrant. Ama öyle chick lit filan değil aksine insanın içine içine işleyen, yüreğini kabartan cinsten 650 sayfalık bir ağıt bence bu kitap.

Hep uzaktım ben bu konuya, HrantDink’i bilirdim sadece.

Bu ülke insanı alıngandır, eleştiriye gelemez, Türk dedin mi kahraman, dürüst, asla kötülük yapmayan bir profil vardır sadece. Tarihi bilmez, araştırmaz, sorgulamaz, öğretilene körü körüne inanır, ona karşı çıkana düşman kesilir. Sanırım bir tür “Doğu Ekspresi” kompleksi.

Hrant Dink’in çocukluğundan, gençliğine, siyasi duruşuna, evliliğine, çocuklarına ve malum sonu getiren sürece ilişkin her şey bu kitapta bölümler halinde ve çevresindeki insanlarca anlatılmış.

Hrant Dink her şeyden önce muhalif bir kişilik. Evet Türk lobilerinde kabul görmüyor ama patrikhaneye de yaranamıyor, Ermeni Diasporasına da. Tipik bir Anadolu insanı üstelik. Hani öyle Ermeni deyince, farklı dinden, milliyetten olunca bambaşka zannediyoruz ya değil aslında. Bu özellikler bizlere bu toprakta yaşamanın vergisi, dinin ya da milliyetin değil.

Parçalanmış bir ailenin çocuğu olarak Ermeni yetimhanesinde büyüyor, elleriyle Ermeni çocukları için Tuzla Kampı’nı yapıyor sonra bir düzenlemeyle sorgusuz, sualsiz, bedelsiz bu kamp ellerinden alınıyor. Bu ülke vatandaşı olduğu halde tüm bürokratik işlerinde hep engelleniyor ya da işi zorlaştırılıyor, o kendini bu ülkeye ait hissettikçe, hissetmek istedikçe, önüne set çekiliyor. Amacı sadece “biz de varız” demek. Bu nedenle bir gazete kuruyor ve geçiyor başına.

Kimsenin toprağını kimsenin elinden almak, yerinden yurdundan atmak gibi bir ideali yok, sadece empati istiyor, sadece kabul görmek istiyor. Başka bir yerde yaşayamayacağını Türkiye’ye ait olduğunu söyleyip duruyor. Hakkında davalar açılıyor ve mahkumiyet kararı çıkıyor, yazdığı bir yazıdan dolayı. Üstelik yazıdan bir cümle cımbızlanıp önüne arkasına bakılmadan herkes çığırtkanlık yapmaya başlıyor. Yine bir fısıltı gazetesi çalışması örneği ile kimse “dur bakıyım bu yazının tamamında ne yazmış bu adam” demeden kulaktan kulağa yaygarayı büyütüyorlar, büyütüyoruz. Halbuki yazının asıl dokundurduğu kesim Ermeni Diasporası’ndan başka bir şey değil. Hem sadece o cümleyi, tam da bizim anladığımız anlamda söylemiş olsa ne olur ki, hani ifade özgürlüğü? Ya da niye böyleyiz, niye “konuşsun dursun” deyip ciddiye almazlık yapamadık?

Bir canı almaya değer miydi? Gelip geçtiğimiz dünyada, doğumla kazanılan, seçemediğimiz değerler bu kadar mı önemli?

Bir belge bu kitap, bir anı kitabı, bir ağıt, bir belgesel…

Bilmek, öğrenmek isteyenlere tavsiye edilir.

5.       Behzat Restoran ve Kolyoz Balık Restoranı:

Hayat tabi sadece okumaktan ve film izlemekten ibaret değil. Bu hafta daha önce sık sık gittiğim Behzat Restoran’ı ve ilk kez gittiğim Kolyoz Balık Restoranı’nı da hayırladım. 

Behzat Restoran Birlik Mahallesi’ndeki geniş alana ve bahçeye yayılmış haliyle oldukça sevdiğim bir mekan haline geldi. Öncelikle fix mönülü Egeli bölümünde canım ortaokul arkadaşım Nuray’ın sahneye çıkması bu keşifte etkili olduysa da daha sonraki eğlencelerimizin birçoğunu orada yapmamızda gerçekten başarılı mezeleri ve iyi hizmetleri etkili oldu.

Bu hafta müzik-eğlence için değil, sohbet için Behzat’ın restoran kısmında yine bir kızlar gecesi yaptık. Yine her şey mükemmeldi. Bir kez daha hizmet anlayışları ve sultani başta olmak üzere mezelerinden dolayı kendilerini tebrik ediyorum.

Balgat’taki Rıfkı, Bahçeli’deki Hüsnü, Park Caddesi’nde açılacak olan Behzat da aynı işletmeye ait.


Cumartesi akşamı Mr. Balmy’nin 33 gibi seksi bir yaşa girmesini kutlamak üzere önce Kolyoz Balık’ta baş başa bir rakı-balık akşamı yapalım dedik. Tadılacak çok şey olduğundan tahinli yoğurtlu patlıcan ezmesi, fava  gibi bir iki soğuk mezeyle başladık. Balık olarak barbun ve karides Adana söyledik. Gerçekten denediklerimizin hepsi çok lezzetliydi. Yalnız karides Adana üzerine bir şey söylemek isterim, ben karidesin pür tadını çok sevdiğimden öyle baharatlı, acılı hale getirip tadını kesmeye gerek olmadığı düşüncesindeyim, kötüydü diyemem, bizim için yanlış tercihti, diyeyim.

Asıl jest ise sonrasında geldi. Ben rezervasyon yaptırırken eşimin doğum günü, lütfen güzel bir masa ayırın bize, demiştim. Önce bir görevli gelip fotoğrafımızı çekti, üzerinde durmadık, herhalde facebook sayfalarına filan koyacaklar, diye düşündük. Yemeklerimiz bitmek üzereyken servis masamıza çikolata sosları filan konuldu, herhalde unuttular burada, derken, üzerine mum konulup mutlu yıllar yazılmış sıcacık bir çikolatalı sufle geldi masaya, bir şişe de şarap, üzerine az önce çekilen fotoğrafımız yapıştırılmış! Böylesi bir jeste ağzım açık kalakaldım ve Kolyoz’u ailemizin balıkçısı ilan ettim!

Yemeğimiz bittiğinde bu kez arkadaşlarımızla buluşup Suit 34’te sabahlar olmasın diye diye sabahladık. Gece klubü ortamlarının alkolsüz çekilmediğini düşündüğüm halde araba kullanma sevdasına içemedim ancak şunu söyleyeyim Suit 34’ün de DJ’i çok başarılı, ayık kafaya bile çekilir kılıyor.

Bu seferlik tavsiyelerim bu kadar.

Öperim:)

25 Ağustos 2013 Pazar

Toledo

Madrid şehir merkezini bir tam günde gezmek mümkün. Dolayısıyla Madrid’e gelmişken mutlaka Toledo’yu görmek gerek.

Sabahın erken saatlerinde yine yollara düşüp bu kez kendimizi tren istasyonunda buluyoruz. Madrid-Toledo arası hızlı trenle yarım saat sürüyor, gidiş-dönüş 20 euro. Hemen ilk trene atlayıp tutuyoruz Toledo’nun yolunu. İner inmez bus turistica alıyoruz istasyondan.







Toledo’yu gezmek için iki seçenek var: Birisi bus turistica diğeri de Zoco isimli tren. Bus turisticanın şehrin kalesine kadar çıktığını ve şehri yukarıdan görme imkanı sağladığını araştırmalarımda keşfettiğimden bus turisticaya biniyoruz. Gerçekten de Toledo’yu bütünsel olarak görüyoruz, hatta fotoğraf molaları da veriyoruz. Şehrin çevresinde bir tur attıktan sonra rehberimiz James ile birlikte bu kez şehrin sokaklarına dalıyoruz.








Toledo tipik bir Müslüman şehri olarak İspanya’nın ortasında orijinal haliyle duruyor. Rehberimiz James anlatıyor: “Bu dar sokaklar, meydansız şehir… Toledo tipik bir Müslüman şehridir. Müslüman şehirlerinde meydan olmaz, çünkü Müslümanlar eğlencelerini evlerinde yaparlar, sokaklarda değil…” Bu seyahat boyunca duyduğum en güzel tespit bu! Gerçekten hep merak ederdim, nedir bizdeki bu meydanları istila hali? İlk seyahatimi İtalya’ya yapmıştım ve ilk dikkatimi çeken bu olmuştu: Devasa meydanlar ve asla tek bir yapı yok meydanda. Bizde öyle meydanlar olsa onlarca büfe konur, ne bileyim polis noktaları, avm’ler, hatta araç trafiğine açılır filan… Uzun zaman düşünüp çıkamamıştım işin içinden, James noktayı koydu. Zaten getirilen alkol düzenlemeleri filan da ele vermiyor mu bu mantığı, ne yapıyorsanız evinizde yapın, diyorlar açık açık… Ne karnaval geleneği var, ne festival. Bayramlarımızı bile tanımadığımız insanlarla bir arada kutlamayız biz. İçerliyorum ama ne yapalım biz de böyle bir dünyanın içine doğmuşuz.



Ardından Toledo katedraline kadar sokakları dolaşıyoruz beraber. Orada ayrılıyoruz. 




Karnımız acıktı bu arada. Günlerdir lokal yemekler yemekten bunalmış olacağız ki katedralden meydana çıkan sokağın hemen sol köşesinde bir cafe görüyoruz ismi La Malquerida. Çorba, salata, pizza, 1 içki ve kahve 9 euro gibi set menüler hazırlamışlar. İçeride sadece kadınlar çalışıyor, ambiyansı, dekorasyonu şahane, mesela barın üzerindeki lambalar rendeden yapılmış. Ben lazanyalı, Mr. Balmy de pizzalı bir menü seçiyoruz, ortam o kadar güzel ki kendimizi ikinci içkileri söylerken buluyoruz. 

Ardından kalkıp şehri turlamaya başlıyoruz, dar sokakların arasında kayboluyoruz, fotoğraflar çekiyoruz. Böyle böyle epey dolaştıktan sonra sıcak yine enerjimizi çekince oturup bir sürahi sangriayı içiyoruz ama ayağa kalkınca görüyoruz ki bizi fark etmeden fena çarpmış.

Trene yetişmek üzere kalkıyoruz ama Mr. Balmy o kafayla elindeki haritadan yolu yanlış görünce, devasa bir yokuşu tırmanıp kendimizi hastanenin bahçesinde bulmamıza neden oluyor. Bu sefer treni kaçıracağız diye güneşin göbeğinde, kafamız güzelken koşuyoruz üzerine. Neyse ki trene yetişiyoruz.

Madrid’e döndüğümüzde otele gidip giyinip dışarı çıkalım diyoruz ama duştan sonra Mr. Balmy tir tir titremeye başlıyor, ateşi yükseliyor. Ona bir ilaç verip ben de uyuyorum mecburen. Sabah da ateşi düşmüyor. Florance Nightangale olarak ıslak havlular, ilaçlar, zorla yemek yedirmeler eşliğinde ilgileniyorum onunla ama içten içe de kızıyorum açıkçası, son günümüzde bizi otele bağladı diye. O gün akşamüstü uçağımız var çünkü.

Son gün için benim Prado müzesine, onunsa Real Madrid’in Stadı Santiago Barnabeu’ya gitme planlarımız vardı. Sağolsun beni azat ediyor da Prado müzesini gezmeye gidiyorum o otelde yatarken.

Prado Müzesi Madrid seyahatinde mutlaka listeye alınmalı, gerçekten çok etkileyici, çok sarsıcı. Aklım Mr. Balmy’de kaldığından çok rahat gezemesem de gördüğüm bile ağzımı açık bıraktı diyebilirim. Ardından son birkaç hediyelik eşya alıp şehrin merkezinde son bir turdan sonra metroya atlayıp otele geri döndüm.
Mr. Balmy de Türkiye’ye iner inmez iyileşti. Sanırım vücudu artık benim tempoma isyan etmişti, kimbilir.