14 Şubat 2014 Cuma

Sevdiğinize uçması için kanatlar, geri dönebilmesi için kökler verin

Malum sevgililer günü… İster “aaa önemli tabi” diyelim, ister “kapitalizmin tuzakları bunlar, birilerinin cebine para girsin diye her şey” diyelim, hatta bizim kızlar arasında espriyle karışık “ay ben sevgililer gününde erkeğe hediye almayı sevmiyorum”  gibi gerekçeler uyduralım bir ucundan bu günün anlamına kapılıp gidiyor insan.

Her yanda kırmızı kalpler, pelüş ayılar, aşka dair reklamlar, afişler varken “aşk” gibi bizi içimizin en nadide yerinden yakalayan bir konuya ne kadar kayıtsız kalınabilir ki?


14 Şubat önemli…
Diğer 364 günümüz de…

Heyecan duymak çok kolay, kapılıp gitmek…
Zor olan, var olan bir şeyi aynı istikrarda, aynı heyecanda tutmak. Hani zamanında bir milli eğitim bakanı demiş ya “şu okullar olmasa işim çok kolaydı” diye, ben de diyorum ki “şu ilişkiler olmasa aşkı yaşamak çok kolaydı!”

Evliliğimin ilk günlerinde sevdiğim ve her konuşmamızda beni aydınlanmadan aydınlanmaya sürükleyen bir üstadımla sohbet ediyorduk.

Çalışma masasındaki kalemlikten bir makas çekti, bir de kalem. “Bak” dedi, “bu sensin, bu da hayatındaki insan. Sen onu makas olarak sevmişsin, o seni kalem. Makasın en önemli özelliği kesmektir, kalemse yazar. Sen ilerleyen zamanda “makas neden yazmıyor” dersen mutsuz olursun, mutsuz edersin, aynı şekilde karşındaki “kalem neden kesmiyor” diye üstüne gelirse bu ilişkiyi yürütemezsiniz. Bu ikili ilişkide uyum %51 ise bu ilişki yürüyor, %49 ise yürümüyor. İki taraftan biri haklı, suçlu, iyi, kötü anlamına gelmiyor bu, sadece biri makas, biri kalem yaradılışında olduğu ve birbirlerinin makas ve kalem olduğunu unutmalarından kaynaklanıyor.”

Sanırım gözlerim ışıldamıştır. Çünkü bazı klişe şeyleri duymaktan çok yorulmuştum ve adaptasyon evresi nedeniyle hayli zorlanıyordum. Sonra konuşmanın en can alıcı yeri geldi:

“Evlilik, ilişki, birliktelik adı ne olursa olsun, boş bir kabı her geçen gün yeni güzelliklerle dolduracağız zannediyoruz, aslında olan, bize dolu verilen bir kabı yaşanan olumsuzluklarla her gün azaltıyor olduğumuz. Boş kap dolsun diye beklemek değil, dolu kap boşalmasın diye uğraşmak gerek…”

Zaman zaman Mr. Balmy ile atışmalarımızda hep aklıma geliyor “o makas, ben kalem, dolu kap…” Yaradılışın verdiği fevriliklerim, sabırsızlıklarım var, hatta itiraf etmeliyim ki dırdırcı bir yanım da var. Onun da enteresan bir rahatlığı, umursamazlığı var. Bunlar geriyor bazen bizi, tartışmalarda karşındakine affedilmeyecek şeyler söylemek, içine yara olacak şeyler yapmak dolu kabı boşaltıyor. Ben kendimi eğitmeye çalışıyorum, birbirimize bir şeyler öğretmeye gelmişiz dünyaya buna inanıyorum, birlikte olup birbirine bağlandıkça her şeyi öğreniyor insan, kavga etmeyi, tartışma adabını bile…


Ama birini sevmek öyle bir şey ki…
Kendine bir şey almaktansa ona alıp, onu mutlu etmeye uğraşmak demek…
Sürpriz yapılmasından çok ona sürpriz yapmayı sevmek demek…
Onun her şeyiyle ilgilenip o talep etmese de onun için fedakârlıklar yapmayı mutluluğun bir parçası saymak demek…
Kavga da etsen, çok da kızsan, onu özlemek ve merak etmek, barışmak için can atmak demek…
Sonuna kadar haklı da olsan geri adım atmayı bilmek, “ben de ona şurada haksızlık ettim” diye düşünebilmek demek…
Ve tabi ki bunun ne kadar zor bulunan bir şey olduğunu hep hatırlayıp sevdiğinize dört elle sarılmak, aşkınızın peşinden koşmak demek… Bir bilenin dediği gibi:

Sevdiklerinize uçmaları için kanatlar, geri dönebilmeleri için kökler verin… Ve de yanınızda kalmaları için nedenler…

Mutluluk ve aşkla…

*Görseller ve başlıkta geçen söz kaynağını bulamadığım alıntıdır.

1 Şubat 2014 Cumartesi

Anlatmak acıyı gidermiyor, ama uyuşturuyor

Son zamanlarda yanlış kitap seçimlerimden olsa gerek bir okuyamama hali peyda olmuştu. Peş peşe üç kitabı yarım bıraktım, aylarca elim gitmedi üçüne de. Artık okuyasım mı yok yoksa kitaplar mı yanlış bilemedim bir süre.


D&R’dan yeni bir sipariş daha vermeye karar verdim. Siparişe de okurken akıp gideceğini düşündüğüm kitapları koydum.


Bunlardan biri benim “ne yazsa okurum” listemde yer alan Ayfer Tunç’un yepyeni kitabı Dünya Ağrısı idi.
Ayfer Tunç kitaplarında kitabın sonuna gelmek bana bir şey ifade etmiyor, kitabı okuma süreci, anlatılanların anlatılış biçimi öylesine güzel ki, sona gelmek bende sadece tatminsizlik yaratıyor.

Son derece hüzünlü, “dünya ağrısı” çeken iki kahramanımız var. Uzun süre “asıl mesele”yi konuşmadan ama birbirlerine benzediklerini hissederek yarenlik ediyorlar. Arka planda bu ülkenin gerçekleri dönüp duruyor, kadın cinayetleri, töre, kitlesel galeyanla suçluya haddini bildirme merakı, ayırımcılık, katliamlar… Bunların önüne ise merak hissi yerleşiyor, “ne olmuş olabilir” diye merakla okunan bir kitap. Detaya inmek kitabın hazzının önüne geçer. O yüzden fazla bahsetmemeyim ama bir parantez açarsam, son günlerde ayrı ayrı pek çok ortamda sık sık dillendirdiğim bir şey kitapta yine karşıma çıktı: Anlatmak… Başına geleni, derdini, sıkıntısını, acısını paylaşmayan, içinde yaşayan, ayıpmışçasına saklayan insanlarla karşılaşıyorum sık sık ve habire ortada ayıp olmadığını, en azından herkese değilse de güvenilir bir-iki insana sıkıntını anlatmak gerektiğini söyleyip duruyorum. Kitapta da gidip buldum bunu: Anlat… Acın geçmese de uyuşur, belki anlamsızlaşır, hafifler…

Sürükleyici bir roman isterseniz, buyurun…


Kitapta altı çizilenler:

Hikayeler insanı kendi kuyusundan çıkarır, başkalarının kuyularına atar.
Başkalarının kuyuları daha mı iyi?
İyi diye bir şey yok. Ama insan kendi hikayesini bilir, kendi hikayesinden sıkılır.” (s.12)

Güzel şeyleri de unutmak istiyor. Güzel şeyleri hatırlamanın ertesi günü mahveden, yıkıcı bir tarafı var.” (s.12)

Anlatabilmek için anlatılacakların olgunlaşmasını beklemek lazım. Bir acıyı zamansızca anlatmak dokusunu bozar, beklemek lazım.” (s.71)

Suç böyle bir şey diye düşündü, asla kendisiyle sınırlı kalmaz, geçmişi de ortaya döker, yeniden yazar, kuyruğuna başka şeyler takılır, devasa bir günah haline gelir.” (s.92)

Ama insan, hayatın bir yerinde iyi kötü bir bütün olmak istiyordu, kırık dökük de olsa bir bütün ya da ona yakın bir şey. İnsan bu yüzden hatırlıyordu her şeyi, zamanı gelince istemese de parçaları bir araya getiriyordu. Ama zaman içinde pek çoklarının ruhu taşlaşmış oluyordu, çoğunluk aynada kendine baktığında gördüğü sahte bütünden hoşnut kalıyordu.” (s.124)

İntihar insanın elindeki büyük fikirlerden biridir.” (s. 228)

Hayatın bir anlamı yoktur ama yaşamak hayata bir anlam verme uğraşıdır.” (s. 248)

Gerçeğin kuyusu bir cehennem. Ömrümüz gerçeğin kuyusuna inmemek için mücadele etmekle geçiyor. Sen bu yüzden kendini başkalarının kuyusuna atıyorsun, ben bu yüzden başımı alıp gidiyorum. Kendi kuyumuza inip kendimizi tanımak istemiyoruz. Biliyoruz çünkü ne kadar aciz, zavallı, korkak, tiksindirici olduğumuzu. Ama bilmek istemiyoruz.” (s.281)

Bir an gelir, en yakınındaki kişinin aslında hiç tanımadığın bir yabancı olduğunu anlarsın. Çünkü yakın diye bir şey yok. Yakınlık ya da her ne ise insanları bir arada tutan şey, kelimelerle, hareketlerle, öğrenilmiş duygularla imal edilmiş, zayıf bir bağ, hiç beklenmedik bir anda kopuyor. Normal insanlar bu kopuşları anlamazdan geliyor, yabancılığı kabul ediyor, ufak tefek tadilatlar yapıyor, böylece hayat devam ediyor.” (s.293)

İnsan öyle filmlerdeki gibi dersini alıp değişmiyor, kafaya darbe yiyip aklı başına gelmiyor. İnsan hamurundaki mayayı değiştiremiyor, hamur bir parça sakinleşiyor sadece, o kadar, belki de yaşlandığın içindir.” (s.322)

*Görseller internetten alıntıdır, maalesef kaynaklarına ulaşamadım.