28 Haziran 2013 Cuma

Bir Buddha Hikayesi: Siddhartha

"I have read this book for 4 times."
Gözlerim açılıyor.
"4 times???"

Üniversitedeyken bir arkadaşım var, Anndrea, Danimarkalı. Girdiğimiz kitapçıda Siddhartha'yı gösteriyor ve böyle diyor.


İsim bir şey ifade etmiyor, arkasına göz atıyorum kısaca, hımmm uzak doğu felsefesi, Buda'nın hikayesi filan... O zamanlarda şimdikinin aksine ne uzakdoğuya merakım var, ne de bu hümanist felsefelere. Arkadaşım felsefeyle yakından ilgili. Felsefeyle ilgilenen bile dört kere okuduysa ağır bir kitap demek ki diyorum. Üstelik ne kadar beğenirsem beğeneyim bir kitabı ikinci kere okuyamıyorum ben. Arkadaşım anlıyor aklımdan geçeni: "Okunması kolay bir kitap ama ben her seferinde bir şey kaçırdım mı acaba diye okudum, her seferinde de başka bir şey buldum." diyor.

Yorumsuz kalıyorum, zaman zaman kitabı gördükçe aklıma geliyor, geçiştiriyorum.

Geçenlerde kitap siparişi verirken aklıma geliyor, daha zamanı gelmedi mi İlke diyorum, alıyorum kitabı. Altı üstü 150 sayfa. Bir masal kadar basit ve yalın bir dili var. Bu basit cümleler arasında aslolan kaçıyor bazen. Ben de hiç yapmadığım bir şey yaptım bu kitapta, kitabı okudum bitirdim, kapağını kapattım, sonra açtım başından yeniden okumaya başladım, başka şeyler dikkatimi çekti, başka cümlelerin altını çizdim.

En özet şekilde söylersek, Siddhartha isimli karakterimizin "erme, aşma, Nirvana'ya ulaşma" yani Buddha olma öyküsü var bu kitapta. Bu yolda tek bir rehberi var, kendi içindeki "Ben". Dünyevi şeylerle içimizdeki Ben'i unuttuğumuzu anlıyor yolculuğunda. Hep kendine kulak veriyor, aydınlanma için başkalarının değil, sadece içindeki Ben'in uyanması gerektiğini anlıyor.

Dinler, felsefeler, tasavvuf... Hepsi aynı şeyi söylüyor bunu bir kez daha anladım. Kitapta da, Budizm'de de, tasavvufta da bu var: Dünyadaki her şey birlik içinde, birbirine görünmez iplerle sıkı sıkıya bağlı diyorlar, öyle olmasa bizim Orta Asya'daki kamlar, doğunun tasavvufçuları, uzak doğunun felsefecileri, Peru'daki şamanların hepsi aynı şeyi nasıl anlatırdı ki zaten?


Kitabı okurken düşünüp, araştırıp not aldığım bazı şeyler.

- Aslında sarhoşluk, meditasyon, vecd ve zikir halleri birbirinden çok farklı değil, hepsinde aynı şeyler var, bu da hayatta hiçbir şeyin kesin çizgileri olmadığını gösteriyor, her şey zannettiğimizden çok daha geçişken, iyi-kötü, doğru-yanlış diye bir şey yok.

-Atman: Her şeyin özü Atman'dır, bütün evren Tanrı'dır, insan ruhu yani Atman da tanrının bir parçasıdır, öldükten sonra insan tanrı ile birleşir, onda çözümlenip tanrıda yok olacağı söylenir.

-Siddhartha arayışında hiçbir öğretiye, öğretmene itibar etmiyor, "kendi"ne dönüyor ki amacına ulaşmak için gerekli olan aracı, bir süre sonra amacını geçmesin, unutturmasın. Amaca ulaşmak için seçilen yollar bazen hayatımızı o kadar kaplıyor ki araçlar amaç halini alıyor ve asıl olandan, amacımızdan günden düne uzaklaşıyoruz. Hep iş hayatıyla ilgili örnek veririm ben, hayata geliş amacımız mutlu olmak ve işe gitme nedenimiz istediğimiz şeylere elde etmek için bir araca ihtiyaç duymamız. Halbuki bir bu araç uğruna mutlu olmak amacımızdan uzaklaşıyoruz, işle ilgili yaşanan mutsuzluklar hayata geliş amacımıza ihanet ediyor. Bunu hep akılda tutmakta fayda var.

Kitapta altı çizilenler:

"Ben tümüyle safdışı bırakılıp öldürüldü mü, gönüldeki tüm tutku ve dürtülerin sesi kısıldı mı, işte o zaman gözlerini açacaktı en son şey, varlıktaki artık Ben olmayan öz, o büyük giz." (s.24)

"Şimdiye kadar öğrendiğim tek şey, hiçbir şey öğrenemeyeceğim oldu. İnanıyorum ki, bizim 'öğrenme' dediğimiz şey gerçekte yok. Tek bir bilgi var, dostum, bu da dört bir yandadır, bu da Atman'dır, benim içimde, senin içindedir bu da, her varlığın içindedir. Ve artık şuna inanıyorum ki, bu bilginin bilme isteğinden, öğrenme isteğinden daha azılı bir düşmanı olamaz." (s.29)

"Öğrencilerinden biri olsam korkarım kendi Ben'im sadece görünürde, sadece yalancıktan sükun bulup esenliğe kavuşacak, oysa gerçekte yaşamını sürdürüp büyüyecek giderek, çünkü o zaman öğretiyi, senin peşine takılmamı, sana duyacağım sevgiyi, keşişler topluluğunu kendi Ben'im yapmış olacağım." (s.44)

"Mavi maviydi, ırmak ırmaktı; her ne kadar Siddhartha'daki mavinin ve ırmağın içinde o biricik ve Tanrısal varlık yaşamını sürdürüyorsa da, Tanrısal varlığın hikmeti burada sarı, orada mavi, burada gökyüzü, orada orman, bir başka yerde Siddhartha olmaktı. Amaç ve töz nesnelerin arkasında bir yerde değil, onların içindeydi, her şeydeydi kısaca.
...Ne sağır, ne körmüşüm. Anlamını çıkarmak istediği bir yazıyı okuyan biri, işaretleri ve harfleri küçümsemez; yanılsama, rastlantı ve değersiz bir kabuk diye bakmayıp okur, inceler ve sever onları, her harf karşısında böyle davranır. Oysa dünya kitabını ve kendi varlığımın kitabını okumak isteyen ben ne yaptım, önceden varsaydığım bir anlam uğruna işaretleri ve harfleri hor gördüm, görüngüler dünyasına yanılsama, dedim; kendi gözümü ve kendi dilimi nasılsa var olmuş değersiz saydım. Olamaz böyle şey, geride kaldı bu, artık uyandım, gerçekten uyandım ve ancak bugün açtım dünyaya gözlerimi." (s.49)

"Bedenin özben olmadığı, duyuların oyununun özben olmadığı nasıl kesinse, düşünceler de, akıl da, öğrenilen bilgelikler de, bir düşünceden sonuçlar çıkarma ve yeni düşünceler üretme becerisi de özben değildi. Hayır, düşüncelerin dünyası da özbenin uzağındaydı, duyuların rastlantı niteliği taşıyan Ben'ini öldürüp düşüncelerin ve bilgeliklerin rastlantı niteliğindeki Ben'ini beslemek de hedefe götürmeyecekti. Her ikisi de, gerek düşünceler, gerek duygular hoş şeylerdi, en son anlam her ikisinin arkasında gizliydi, her ikisine de kulak vermek, her ikisiyle de oynamak gerekiyordu, ikisi de küçümsenmemeli ya da abartılmamalıydı; yapılacak şey, her ikisine kulak verip Ben'in gizli seslerini yakalamaktı. Seslerin kendisinden istemediği hiçbir şeyin peşinden koşmayacak, seslerin kendisine salık vermediği hiçbir şeyle oyalanmayacaktı." (s.55)

"Bunu da ırmak öğretti bana; her şey dönüp gelir!" (s.57)

"Sevgi avuç açıp dilenilebilir, para pulla satın alınabilir, armağan olarak sunulabilir sana, sokakta bulunabilir, ama haydutlukla ele geçirilemez." (s.63)

"Siddhartha hiçbir şey yapmaz, bekler, düşünür, oruç tutar, ama taş nasıl suyun içinde yol alırsa, o da dünyadaki nesneler içinden yol alıp gider, bir şey yapmaksızın, kılını kıpırsatmaksızın; bir şey çekip götürür onu; düşecek oldu mu koyuverir kendini, düşer. Belirlediği hedef kendine çeker onu, çünkü hedefinden onu alıkoyacak hiçbir şeyin ruhundan içeri sızmasına izin vermez..... Herkes büyü yapabilir, herkes belirlediği hedefe ulaşabilir, yeter ki düşünmesini, beklemesini ve oruç tutmasını bilsin." (s.67)

"Yazmak iyidir, ama düşünmek daha iyi; akıllılık iyidir, ama sabretmek daha iyi." (s.71)

"Aynı zamanda hem sevip hem aşağıladığı insanların çocuksu ya da hayvansı bir yaşam sürdüğünü görüyordu. Çalışıp didindiğini görüyordu onların; karşılığında ödedikleri ücrete hiç de değmeyecek nesneler uğrunda, para pul, küçük hazlar, küçük payeler uğrunda acı çektiklerini, saçlarını ağarttıklarını görüyor, birbirlerine verip veriştirip hakaretler yağdırdıklarını, bir Samana'nın gülüp geçtiği ıstıraplardan dolayı ah vah ettiklerini, bir Samana'nın hiç duyumsamadığı yokluk ve yoksunluklardan etkilendiklerini görüyordu." (s.75)

"Sen de benim gibisin, insanların büyük çoğunluğundan farklısın..... içinde dingin bir yer, sığınılacak bir yer var, ne zaman istersen benim gibi oraya çekilebilir, kendini kendi evinde hissedebilirsin. Pek az insanda vardır bu, oysa herkes buna sahip olabilir.
.....
İnsanların büyük çoğunluğu düşen yaprak gibidir, kapılıp gider rüzgarın önüne, havada süzülür, dönüp durur, sağa sola yalpalar vurarak iner yere. Pek az kişi de vardır, yıldızlara benzer, belli bir yörüngede ilerler durur, hiçbir rüzgar varamaz yanlarına, kendi yasalarını ve izleyecekleri yolu kendi içlerinde taşırlar." (s.77)

"Tepetaklak gidiyorsun! diye söylendi kendi kendine ve güldü. Bunu söyler söylemez ırmağa ilişti gözü, ırmağında da tepetaklak yuvarlanıp gittiğini gördü, boyuna tepe üstü akıp gittiğini ve bu arada şarkılar söylediğini, neşesini elden bırakmadığını." (s.97)

"Yolum daha nereye götürecek beni? Acayip bir yol, dönemeçler çizerek ilerliyor, belki de bir çember çiziyor. Nasıl ilerlerse ilerlesin, izleyeceğim bu yolu." (s.98)

"Bilinmesi gereken şeyleri insanın kendisinin tatması iyidir. Dünya zevklerinin ve dünya malının insana hayır getirmeyeceğini daha çocukken öğrendim. Hanidir biliyordum bunu ama ancak şimdi yaşadım. Ve şimdi biliyorum, belleğimle değil, gözlerimle, yüreğimle, midemle biliyordum böyle olduğunu. Ne mutlu bana ki biliyorum artık!" (s.99)

"...bir başka şeydi ölen, ölmeyi hanidir özleyip durmuş bir şeydi. Bir zamanlar o yakıp kavurucu çilecilik yıllarında öldürmek istediği şey değil miydi bu? Kendi Ben'i değil miydi, küçük, ürkek ve mağrur Ben'i, bunca yıl savaşıp durduğu, onu dönüp dolaşıp yenilgiye uğratan, her öldürülüşünden sonra dirilip kalkan, sevinci yasaklayan, korkulara kapılan Ben'i? Hele şükür bugün ölümü boylayan, buradaki bu orman içinde, bu şirin ırmak kıyısında can veren bu değil miydi? Ben'in ölümü değil miydi onu adeta bir çocuğa, içi böyle güvenle, böyle neşeyle dolup taşan, böylesine korkusuz bir çocuğa dönüştüren?
..... neden bir çileci olarak Ben'le savaşından sonuç alamadığını şimdi seziyordu Siddhartha. Pek çok bilgi, pek çok kutsal dize, pek çok sungu kuralı, pek çok oruç, pek çok eylem ve çaba başarıya ulaşmasını önlemişti. Kibirden hiçbir şey görmemişti." (s.100)

"Irmak aynı zamanda her yerdedir, kaynadığı yerde, döküldüğü yerde, çağlayanda, kayıkta, akıntı yerinde, denizde, dağda, aynı zamanda her yerde ve onun için yalnızca şu an vardır, geçmişin gölgesi diye bir şey bilmez ırmak, geleceğin gölgesi diye bir şey de bilmez." (s.108)

"... tüm çile ve kahırlar zaman değil miydi, tüm uğraşıp didinmeler, tüm korkular zaman değil miydi? Zaman aşılır aşılmaz, zaman düşüncesi kafadan çıkarılır çıkarılmaz dünyadaki bütün güçlükler, bütün düşmanlıklar silinip gitmiyor mu, yenilgiye uğratılmıyor muydu?" (s.108)

"... gerçekten arayan biri, gerçekten bulmak isteyen biri, hiçbir öğretiyi benimseyemezdi. Ama aradığını bulan da hangi öğreti olursa olsun, hangi yol, hangi amaç olursa olsun hiçbirinden onayını esirgeyemezdi. Artık onu sonsuzlukta yaşayan, 'Tanrısal'ı soluyan binlerce başka kişiden ayıran hiçbir şey yoktu." (s.111)

"...yumuşak sertten güçlüdür, su kayadan güçlü, sevgi zorbalıktan güçlüdür." (s.118)

"...oğluna sevgisi daha güçlüydü bilgisinden, ona karşı şefkati de daha güçlü, onu kaybetme korkusu daha güçlüydü. Şimdiye kadar böylesine gönül verdiği bir başka şey olmuş muydu? Böylesine derinden sevmiş miydi bir başkasını, böylesine kör bir sevgiyle, böylesine acı çekerek, boşu boşuna sevmiş, ama yine de mutlu hissetmiş miydi kendini?" (s.120)

"Dünyevi yaşam süren insanların başka bakımdan bilgilerden geri kalır yanı yoktu; nasıl ki zorunlu olan her şeyi inatla, şaşmadan yapan hayvanlar kimi anlarda insanlardan üstün görünebilirlerse, onlar da bilgelerden hayli üstündü.
... bilgeliğin ..... her an, yaşamın ortasında birlik düşüncesini düşünebilme, onu hissedebilme ve nefesle içine çekebilme konusunda ruhta her an var olan eğilimden başka bir şey, bir yetenekten, gizli bir hünerden başka bir şey değildi..... Uyum, dünyanın ezeli ve ebedi mükemmelliğinin bilinci, gülümseme, birlik." (s.129)

"...sonuna kadar çekilmemiş ve çözüme kavuşturulmamış çileler dönüp geliyor, boyuna aynı çileler çekiliyordu." (s.130)

"... tümü, bütün sesler, bütün amaçlar, bütün özlemler, bütün çileler, bütün hazlar, bütün iyi, bütün kötü şeyler, tümü birden dünyayı oluşturmaktaydı. Tümü birden oluşumların ırmağı, tümü birden yaşamın müziğiydi. Ve Siddhartha dikkatle bu ırmağa, bu binlerce sesli şarkıya kulak verdi mi, salt acılara, salt gülmelere kulaklarını tıkayıp ruhuyla tek bir sese bağlanmadı da Ben'iyle bu ses içinde yitip gitmeyerek bütün sesleri işitti mi, bütünü, birliği duymaya çalıştı mı, binlerce sesin bütün şarkısının bir tek sözcükten oluştuğunu görüyordu, bu sözcük Om'du, mükemmellikti." (s.133)

"Siddhartha bu andan sonra yazgıyla savaşı bıraktı, çektiği acılar son buldu. Yüzünde bilmenin neşesi çiçeklendi, hiçbir istemin karşı duramadığı, mükemmelliği tanıyan, oluşumların ırmağına, yaşamın seline 'evet' diyen bir bilmenin neşesi. Acıları ve sevinçleri paylaşmaya hazır, kendini tümüyle ırmağın akışına bırakmış, birlik be bütünlüğün bir parçası olmuştu Siddhartha." (s.134)

"Bir kimse arıyorsa, gözü aradığı şeyden başkasını görmez çokluk, bir türlü bulmayı beceremez, dışarıdan hiçbir şeyi alıp kendi içine aktaramaz, çünkü aklı fikri aradığı şeydedir hep, çünkü bir amacı vardır, çünkü bu amacın büyüsüne kapılmıştır. Aramak, bir amacı olmak demektir. Bulmaksa özgür olmak, dışa açık bulunmak, hiçbir amacı olmamak." (s.137)

"Bilgi bir başkasına aktarılabilir, bilgelikse hayır. Bilgelik keşfedilebilir, bilgelik yaşanabilir, bilgelik el üstünde taşıyabilir insanı, bilgelikle mucizeler yaratılabilir, ama bilgelik anlatılamaz ve öğretilemez." (s.139)

"Hiçbir gerçek yoktur ki, karşıtı da gerçek olmasın! Bir gerçek ancak tek taraflıysa dile getirilip sözcüklere dökülebilir. Düşüncelerle düşünülüp sözcüklerle söylenebilen ne varsa tek taraflıdır., hepsi tek taraflı, hepsi yarım, hepsi bütünlükten, mükemmellikten ve birlikten yoksun..... Zaman da gerçek değilse, dünya ile sonsuzluk, acı ile mutluluk, kötü ile iyi arasında var gibi görünen çizgi de bir yanılgıdan başka şey değildir." (s.140)

"Dünya, mükemmellikten yoksun ya da mükemmellik yolunda ağır ağır ilerliyor değildir; hayır, her an mükemmeldir o, tüm günahlar bağışlanmayı, tüm küçük çocuklar yaşlıyı, tüm bebekler ölümü, tüm ölenler sonsuz yaşamı kendi içinde taşır. Hiç kimse bir başkasının yürüdüğü yolda ne kadar ilerlemiş olduğunu göremez.
..... var olan her yel iyi görünüyor bana, ölüm yaşam gibi, günah kutsallık gibi, akıllılık aptallık gibi görünüyor, her şeyin öyle olması gerekir, her şey benim onayımı, benim istekliliğimi, benim sevecen rızamı beklemektedir, benim için iyidir o zaman, bana zararı dokunamaz." (s.140)

















26 Haziran 2013 Çarşamba

İnsanlar ikiye ayrılır: Mutsuzlar ve mutlu olmak için çabalayanlar!

Hayat belli zorunluluklar, sıkıntılar, bunaltılar arasında akıp giderken her güzelliğin kendi içimizden geldiğine inandığımı hep söylerim. Her mutluluk, her mutsuzluk bizim kendi içimizden kopan bir şey, izin vermezsek bir şey bizi ne mutlu, ne de mutsuz edebilir. Bu yüzden insanlar ikiye ayrılır: Mutsuzlar ve mutlu olmak için çabalayanlar!


Bunu yazar yazmaz, niye böyle bir ayırım yaptım ki diye düşündüm şimdi. Mesela şöyle de diyebilirdim: İnsanlar ikiye ayrılır: Mutlular ve kendini mutsuz etmeye çalışanlar. Çok da yanlış bir tanım olmazdı ama galiba mutsuzluğun daha yerleşik, daha uzun süreli, daha bulaşıcı ve insanı daha çabuk etkilemesi nedeniyle mutsuzluğa daha meyilliyiz, mutluluksa emek istiyor, o yüzden böylesi daha doğru geldi.

Mutsuz:
"Hayat berbat"
"Offff sıcak"
"Offff soğuk"

Mutlu olmaya çalışan:
"Bu hafta ne kötüydü ama, ne yapsam da biraz dağıtsam kafamı, çıkıp şu caddede biraz yürüsem, oradan da bizim kızlarla buluşsak?"
"Oooofff çok sıcak cidden, gideyim serin bir ağaç altına, bir de gazete alayım yanıma, serin serin okurum."
"Ooooo bu ne soğuk, gideyim güzel bir film alayım, bir de sıcacık kahve, evde film keyfi yapayım."

Ben ikinci gruptayım tabi ki. Hayattaki küçük hoşlukları, bunlara kafa yormayı severim, birçokları bu şeyleri boş görse de. Bazen evde boş boş oturup tv izlemektense yılbaşı ağacımın süsleri nasıl olsun diye saatlerce internet araştırması yapmayı tercih ederim mesela. Sıkıldım mı kendime hemen bir meşgale yaratırım. Zorunluluklar/sorumluluklar kısmını planlayıp mümkün olduğunca kısa tutup kendime, kendimi mutlu etmeye ve şımartmaya uzun zamanlar ayırmaya çalışırım. İnsanı hayata bağlayan da bu kafa yormalar bence, bunun en büyük kanıtı olarak özellikle 65 yaş üstü insanları bir gözlemlemenizi öneririm. Amaçsız (illa büyük amaçlar düşünmeyin, her sabah köpeğimi yürüyüşe çıkarmalıyım bile olur) olanlar çöküyor, yürüyemiyor, sağlık problemleri ile boğuşuyor, mutsuz olup ölmeyi bekliyor. Öte yandan kendince sosyal çevresi, meşgalesi, küçük küçük amaçları olanlar ne güzel yaşlanıyor, dimdik ayakta duruyor.

Bir arkadaşımın emekli olalı yıllar olmuş, neredeyse benim anneannem yaşında olan annesi faturalarını otomatik ödemeye vermeyi ısrarla reddediyordu, neden diye sorduğumuzda "faturaları takip etmek, gidip bankaya ödemek bana bir meşgale oluyor. En azından bu sayede giyiniyorum, saçıma başıma özen gösteriyorum, dışarı çıkıyorum ve hazır bankaya gitmişken başka şeyler de yapıyorum, bu da olmasa evden çıkmaya bahanem olmaz", diyordu.


Ben hiçbir zaman ev insanı olmadım. Hani böyle insanlar vardır, eline çayını kahvesini alır, ayağını uzatır, oturur da oturur. Asla yapamadığım bir şey bu benim. Evdeysem mutlaka bir şeylerle uğraşırım ya da dışarıdayımdır. Hep yapacak bir şeylerim, gidecek bir yerlerim, kendimi dışarılara atmak için bahanelerim vardır. Öte yandan ne kadar az da zaman geçirsem evim benim için hep "sığınak" olmuştur. Bu annemin babamın evindeyken de böyleydi, şu anda kendi evim için de böyle.

Evimi güzelleştirmek de bu bahsettiğim mutluluk yaratma çabalarımın bir parçası. Öncesinde zevkli mi zevkli bir araştırma safhası ve ardından uygulamaya geçme anı! Örneğin, kıştan beri aklımda yaza güzel bir balkon yapma planlarım vardı. Bu yüzden lale ve sümbül soğanları dikmiştim ama birazcık da Mr. Balmy'nin gereksiz ilgisi yüzünden çiçekler açmadan kuruyup kaldı. Başka bahara dedim ben de.


Bu haftasonu daha önce defalarca gittiğim ancak farklı şeylerini denediğim Çukurambar Fırıncı Orhan'da enfes bir kurutulmuş etli-rokalı pizza ile kadayıfa sarılmış keçi peynirli salata yedim. Tavsiye mahiyetinde buraya not düşmek istedim. Hani doymak için değil, damağa bayram olsun diye yenilecek şeylerdi ikisi de.


Ardından balkon için başladık çalışmalara! Her ne kadar 70'li yılların trendi olan Fransız balkona (ince-uzun) sahip olsak da önemli olan nasıl dekore edeceğini bilmektir diyerek Koçtaş'tan şirin mi şirin bir bistro masası ile iki sandalye alarak işe başladık. Beyaz saksılar ve renk renk çiçekler alıp onları dikme işiyle negatif enerjimizi "toprakladık".


Sandalyelere minder, duvara nazar boncuklu süsler, korkuluk kenarlarına süslü mumlar derken bizim Fransız Hintli gibi rengarenk çıktı ortaya:) Karşı apartmandaki teyze bile balkonuma 10 puan verdi:)


Akşama da biralarımızı cafe creme'mizi alıp hafif bir müzik eşliğinde sefamızı sürdük, bu arada ben bezelye ayıklama işimi de bu güzel balkonda fesleğen kokuları arasında yaptım. Hem uçarı bir özgür kızım, hem de domestik bir ev hanımı, görüldüğü üzere!

Bir bütün üzerinde binlerce parçayız işte. İçimizde her şeyden biraz var . Sınıflandırmalar, ayrıştırmalar ne boş, gereksiz, yanlış! Zamana, mekana, yaşımıza, ruh halimize göre bazen hiç olmadığımız gibiyiz, yabancıyız. İnsanız işte, maya sadece bundan ibaret, bu mayaya katılanlar da bizim elimizde!

O yüzden şimdi ayağa kalkın ve mutlu olun!

21 Haziran 2013 Cuma

Apolitik ama zeki, esprili, insancıl...


Sabah bu fotoğrafı görünce dayanamadım buraya bir not düşmek istedim, sonuçta burası benim arşivim, bazen not defterim.

Son bir ay içinde ülkede olanlara şaşmamak elde değil.

Benim kendime en çok sorduğum da bu... Bu insanlar nasıl böyle aşmış devirmiş de, şiddete karşı bu kadar naif, zekice karşılık veriyorlar. Ben kendimi düşünüyorum misal, en ufak bir öfke, şiddete maruz kalsam çemkiririm, çıldırırım, karşımdakinden beter bir öfke, şiddet gösteririm. Hani öbür yanağını da sen uzat hikayesi filan fasa fiso. Ama aslında en büyük mağlubiyet karşındakini sükunet ve asaletinle utandırmakmış, bunu öğrendim. Haksız da olsan haklı hale gelirsin o derece.

Hep trafikten örnek veririm, ters yöne girmişim, hatalıyım, karşımdan bir araba geliyor. Başlıyor bana el kol etmeye, sinirleniyor, köpürüyor adam. Normal şartlarda bir Türk sürücüsünün yapacağı şey haksız da olsa kendisine gösterilen bu tepkilere beş beteriyle karşılık vermek olur, küfreder misal. Kavga büyür, iki taraf da gerilir. Halbuki karşıdaki öfkelenirken, hatta belki küfrederken "pardon" manasında elimi kaldırsam... "Evet biliyorum ben hatalıyım, ters yöne girdim ama çok acil bir durum sözkonusu" demiş olmaz mıyım? Karşısındakinin öfkesi de pısssss diye söner gider, ha sönmüyorsa da haklıyken haksız duruma düşmüş olur.


Günlerdir olan da bu değil mi? Gözünün içine içine biber gazı sıkan polise karşı kolunu bile kaldırmayan kırmızı elbiseli kız, tazyikli suya göğsünü siper etmiş bir kız, yediği börekten polise ikram eden bir eylemci, en sonuncusu da duran adam ve tabi yüzlercesi...


Polis de görevini yapıyor neticede ve o şiddetin "çoğunlukla" görev icabı olduğunu farkında hepsi. Buna karşılık sinsice sabah baskınları, gazlar, coplar, tazyikli suyla engel olmaya çalışanlar karşılarındakilerin dilinin bambaşka olduğunu bir idrak etseler keşke! Onlara anlamadıkları biber gazı, cop, şiddet diliyle konuştukça, kendi anladıkları barış, insaniyet, sevgi dilleriyle karşılık vermeye devam ediyorlar aslında.


Atılan sloganlardan bile davranış biçiminin farkı ortaya konmuyor mu? "Taksim'i ezelim" var mesela... Bir de böylesi var işte, çantasını yanına koymuş, elini cebine sokmuş duruyor, sükunetle tepkisini dile getiriyor ve bu sakinlik karşı tarafı çıldırtıyor, çünkü alışmışız yakıp yıkıp yok etmeye... Bunlar nereden çıktı diyoruz şimdi, sanki uzaydan ışınlandılar. "Ah mirim 80 sonrası gençleri apolitize ettiler, bilgisayar çocuğu bunlar" diye küçümserken meğer onlar bu apolitikliği yüreklerini büyüterek kapatmışlar ve iyi ki de o çirkin siyasete bulaşmamışlar...


Bundan sonra ne olur bilemem, belki hiçbir şey değişmez ama hayat boyu aklımızda kalacak büyük dersler, çok önemli mesajlar yanımıza kar...

* Görseller malum olduğu üzere çeşitli internet sitelerinden.

19 Haziran 2013 Çarşamba

Mola vermek güzeldir, yola daha hızlı ve daha mutlu devam edersin

Yaklaşık yirmi gündür ülkede olanlar malum. Aslında facebookta, twitterda ya da instagramda başka bir şeyle ilgili bir şeyler paylaştığımda kendimi suçlu hissediyorum ne yalan söyleyeyim. Ama bir yandan da hayat akıyor. Ülke böylesine çalkalanırken biz hala uyuyoruz, işe gidiyoruz, belli rutinlerimizi yapmaya devam ediyoruz.

Mesela aylar öncesinden erken rezervasyon yaptırıp tatile çıkıyoruz.


Ben de çapulinge ara verip sezonun ilk ayağı suya sokmasını gerçekleştirmek üzere annem ve babamla Kemer-Beldibi'ne doğru yola çıktım. Son 7-8 yıldır izinsiz geçen kışlar yüzünden yaz başında, hem sezonun bronzlaşmasını sağlamak, hem kafa dinlemek, hem de kitaplara gömülmek açısından böyle bir şeye ihtiyaç duyuyorum ama 4-5 günle kısıtlı kalmak şartıyla!


Kaldığımız yer Beldibi-3 mevkiinde, küçük bir otel, ismi Ege Montana. Her şey dahil sistemle çalışıyor ama aslında bu her şey dahil sistem sadece içki için geçerli gibi. Zira hani normalde her şey dahil sistemde öğünler arasında bir sürü ikram vs. olur ya bunların hiçbiri yok. Yemek çeşidi de kısıtlı sayıda. Ha şikayet mi ediyorum, asla. Her şey dahil sistem benim şiddetle karşı olduğum bir sistem aslında. Çünkü sadece başıboş bir yeme ve içme eylemi, hatta ve hatta bir günün bir öncekinin aynısı olması beni fena halde sıkıyor.



Sabahları erken kalkıp güzel bir dağ manzarası eşliğinde yürüyüşümü yapıp terimi denize girerek attıktan sonra kahvaltımı yapıp şezlonga yatıyorum ve başlıyorum deliler gibi okumaya. Bir yandan da sürekli sosyal medyayı yokluyorum neler oluyor diye. Öğle ve akşam yemeği molası dışında kah bir ağaç altında, kah güneşin göbeğinde zihnimi boşaltıyorum.


Saçımla başımla, makyajımla, hiç uğraşmadan, aynı t-shirtle, aynı flipflopları ayağımdan çıkarmadan ancak aynı zamanda Roaccutane kullanmam sebebiyle yüzümü hat safhada korurken, vücudumu özellikle bacaklarımı bronzlaştırmak için havuçlu kremleri vücuduma boca edip vücudumun her yerini eşit bronzlaştırmak için çabalayarak geçirdim beş günü. İnsanın tek derdinin bikininin askı izi çıkması olması ne güzel şeymiş!


Bu beş güne sığdırdığım bir başka şey ise 2,5 kitap okumak oldu. Birini henüz bitiremediğim için şimdilik bir şeyler yazmayacağım ancak diğer ikisinden bahsetmeden olmaz.

1- Ruhlar Evi - Isabel Allende


Okumaya meraklı olunca düzenli olarak takip edilen kitap siteleri oluyor, yenilerden ne çıkmış, çok satanlara ne girmiş. Bu kitap sitelerinden birinde gezinirken Isabel Allende'nin bir kitabına rastladım. Konusu ilginç gelince yazarın başka kitapları, başka sitelerdeki yorumlar derken bir de baktım ki dünyadan haberim yokmuş! Isabel Allende askeri darbe sonucunda devrilen Şili devlet başkanının yeğeni imiş ve hayatı sürgünlerle geçmiş. Bu yaşadıklarının ona yazdırdığı, başyapıt sayılabilecek sayısız romanı, dünya genelinde bir sürü hayranları varmış. Bir yanda ülkesindeki gelişmeleri arka fona koyarak insanların gündelik yaşamlarını anlatır, zaman zaman masalsı destanlar dökermiş ortaya.

Bu araştırmamda yazarın ilk kitabının Ruhlar Evi olduğunu öğrendim, sonrasındaki birkaç kitabı, resmi olarak bu kitabın devamı sayılmasa da, bağlantılı olduğundan ilk Ruhlar Evi'ni okuyayayım daha sonra hoşuma giderse farklı kitaplarından devam ederim dedim.

İyi ki de demişim!

Uzun zamandır bu kadar zevk aldığım bir kitap okumamıştım!

Bir ailenin üç kuşaklık yaşamını Şili'deki komünizm, askeri darbeler, siyasi gelişmeler ışığında anlatıyor. Romanın adına bakıp da farklı izlenimlere kapılmaya gerek yok. Çünkü sözü edilen ruhlar ailenin ölülerinin ruhları ve romanın baş kahramanı sayılabilecek Clara onlarla iletişim kurabildiği için kitap bu adı taşıyor.
Kitaptaki siyasi gelişmeleri okurken hiçbir şey tesadüf değil diye sık sık düşündüm. Tam da bu sıralarda bizim ülkemizdekine benzer olaylar, yöneticiler, durumlar, halkın isyanları... Şaşırıyor insan, demek ki insanca yönetilme isteği ne zamana bağlı bir şey, ne de mekana diye düşünüyor zaman zaman.

"Tıpkı dünyaya geldiğimiz zamanki gibi öldüğümüz zaman da bilinmezden korkarız.Ne var ki bu korku gerçeklerle ilişkisi olmayan, bizim içimizden gelen bir şeydir. Aslında ölmek de, doğmak gibidir: Yalnızca bir değişim." (s.365)

Benim taktığım yazarlarım vardır, ne yazsa okurum dediğim. Bundan 15 sene önce Erhan Bener (30 kadar kitabını okudum, hala büyük hayranıyım), 10 sene önce Elif Şafak (ki artık böyle bir iddiam yok), son 15 yıldır devam eden Amin Maalouf ve sanırım artık bunlara Isabel Allende de eklendi. İlk kitap siparişimde yeni birkaç kitabını daha alacağım, sonra burada da rastlarsınız zaten onlara.
2- Kardeşimin Hikayesi - Zülfü Livaneli


Bu aralar her yerde göreceğiniz, her plajda, hemen her şezlonga bir tane düşecek bu kitaptan.

Bir kere çok akıcı... Yarım günde başka bir şey yapmadan okuyup bitirdim. Diyor ki biri kitapta: "En tehlikeli duygu aşktır." Öteki şakayla karışık cevap veriyor: "Hayır, meraktır." İşte o merak sizi bir an önce kitabın sonuna varmaya odaklıyor. Rahat okunuyor, hızlı okunuyor, keyifle okunuyor, merakla okunuyor ama bir Serenad gibi insanın içine işliyor mu derseniz, maalesef işlemiyor.

Kitabın ortaya çıkışının temel fikri: Duygularımız olmasaydı nasıl olurdu? Romanımızın kahramanı da duyguları olmayan bir adam: Ahmet. Bir gün yaşadığı küçük kasabada bir cinayet işleniyor ve bunu araştırmak üzere gelen gazeteci kızla aralarında farklı bir ilişki gelişiyor. Bir yandan cinayeti kimin, neden işlediğine odaklanırken öte yandan Ahmet'in gazeteci kıza anlattığı kardeşi Mehmet'in hikayesini okuyoruz merakla. Duygulu, hüzünlü yanları var gerçekten, kitabı bitirdiğimde anladım ki duygularımız olmasa hayatımız daha kolay olmazmış, mayamızdaki hisler ne kadar bastırsak, ne kadar kaybetsek de baş göstermek için bir açık bekler, patlamaları çok daha büyük olurmuş.

"İnsan soyu zayıf, kırılgan, ölümlü, her türlü hastalığa, kazaya, acıya açık ama kendini avutarak yaşıyor, bunları unutuyor. İşte anahtar kelime bu; hayatın özü, büyük sırrı; olmazsa olmazı: Unutmak. Eğer unutmak diye bir şey olmasaydı, yaşam da olmazdı. İnsan, unutmadan hayatını sürdüremez." (s.31)

"Hayvanların tarihselliği yoktu; dün ve bugün arasında bir fark hissetmezlerdi. Bu tarihsel bilinç insana özgüydü ve hayvanları kıskanmamız için bir sebepti. İnsanın geçmişini araştırması acı veren bir deneyimdi. Mutlu olabilmenin tek şartı 'unutmayı' başarabilmekti.
Hayvanların yaptığı gibi neredeyse hafızasız yaşamak ve mutlu olmak mümkündür ama hiçbir şeyi unutmadan yaşamak imkansızdır... Uykusuzluk, derin düşünceye dalmak, tarihselliği hissetmek, yaşayanlar için zararlı ve sonunda ölümcüldür. Bu 'yaşayanlar' kavramının içine bir insan, bir halk ya da bir kültür dahildir." (s.186)

"Zenginlik insana ait bir özellik değil, diyorum. Para insanın doğal bir parçası değil; kaybolabilir, çalınabilir, soyut bir kavram, birtakım sıfırlar... Zaten hayatta anlamlı olan değerler parayla sahip olunamayanlar. Kitap, çalışacak insan, eşya alabilirsin; ama bunlar bilginin, dostluğun, paylaşma duygusunun yerini tutamaz. Oysa zengin aptallar paranın çok önemli olduğunu sanıyorlar, bu yüzden de servetlerinin kendilerine ruhsal bir ayrıcalık, özel bir mutluluk getirmesini bekliyorlar. Bu mümkün olmayınca, içleri de boş olduğu için can sıkıntısı başlıyor. Konuşacak bir şeyleri olmadığı için tavla, kağıt oyunu filan oynayarak tahammül edebiliyorlar bu hayata ve de birbirlerine. Veya işkolik oluyorlar, sanki kıtlık koşullarından kurtulmaları gerekiyormuş gibi işlere dalıyorlar. Onların yerinde olsam intihar ederdim." (s.250)

3 Haziran 2013 Pazartesi

Umudu kesme yurdundan


Benim için her şey geçen hafta ortası twitter'da Gezi Parkı'ndan başka bir şeyden bahsetmeyen tweetlerle başladı. Ardından gazetedeki haberler: Kırmızı elbiseli güzel bir kızın yüzüne sıkılan biber gazı, polisin barikatının önünde kitap okuyan, yediği börekten o barikattaki polise ikram eden direnişçiler... Ve bardağı taşıran böylesi insani bir direniş halindeki bu insanların sabahın beşinde çadırlarının yakılması, gaz bombaları ile saldırıya uğramaları oldu.

Hiçbir zaman siyaset hayati derecede önem taşımadı benim için, hiçbir zaman sokaklara dökülmedim sesimi çıkarmak için. Ancak o gün twitterda okuduklarım, fotoğraflar keşke Ankara'da biz de bir şeyler yapabilsek dedirtti. Mesele çoğu konuda olduğu gibi üsluptan ibaretti belki de. Yani oradaki grup taşlarla sopalarla polise saldırsa da, üzerlerine gaz bombası yeseler, benim gibi birçokları için sıradan bir havadis olup çıkacaktı bu mesele.


Bu sadece bende değil vicdanı olan herkeste bir rahatsızlık uyandırdı demek ki. Cuma akşamı yine sosyal medyadan toplanma haberleri geldi. Ankara'da 19'da Kuğulu Park'ta deniliyordu. Çıkıp gittik. Slogan atmayı bilmeyiz, gösteri yürüyüşünden anlamayız. Bu protestoların bir tür şenlik havasında geçmesinin nedeni de bu zaten, herkes bizim gibi!


İşin en güzel tarafı da ne biliyor musunuz? Ben hayatımda, bu memlekette hiç bu kadar merhamet ve yardımlaşma görmedim! Yaralananlara herkes yardım ediyor, işyerleri mekanlarını açıyor, yiyecek içecek temin ediyor, doktorlar avukatlar teyakkuzda bekliyor, iletişim için internet şifreleri paylaşılıyor.


Mesele ne Gezi Parkı, ne de üç-beş ağaç aslında. Mesele üsluptan ibaret ve ne ilginçtir ki bu üslup altıncı günde de aynen devam ediyor. Tek bir adam yapıyor bunu üstelik, kendi partisindeki çoğu insan bile gayet ortamı yatıştıracak açıklamalar yaparken o hala inatlaşıyor, "evde zor tuttuğumuz %50 var, salarız üzerinize" diyor. Halbuki en son seçim sonunda meşhur balkon konuşmasında "ben herkesin başbakanıyım" dememiş miydi? Şimdi nerede içki içenin, üç çocuk doğurmayanın, şehir merkezinde ağaçların kesilmesini istemeyenin başbakanı?


Aslında bir taraftan da iyi ki böyle yapıyor. Yoksa ufak bir protesto gösterisinden öteye geçemeyecek bu olay, kocaman bir HALK hareketine asla dönüşemezdi. Baskılara, biber gazına ve korkak medyaya rağmen!

Bundan sonra ne olur bilemem ben kendi adıma barışçıl ve insani olan her direnişin yanındayım, bu mevzuya kulak tıkayan medyayı ise hayatımdan çıkarmaya karar verdim. Dün akşam televizyonumu kapatarak işe başladım, bu sabah da gazetelerinin internet sitelerine girmedim. Belki bir tek benim ya da benim gibilerin tepkisiyle hiçbir şey olmaz ama ben kendi adıma küçücük de olsa bir katkı sağlamak istemiyorum artık bu gözü kör, kulağı sağır, dili lal korkaklara.

Bir kişi bile çok demek, sakın unutmayın!

Güzel bir şarkı vardı taaa ben çocukken söylerdik, bu haftasonu kulağımda çınladı durdu:

"Nasıl başlarsa fırtına,
Öyle diner birden bire
Bir ışık parlar yeniden,
Karanlıklar arasından
Umudu kesme yurdundan"