30 Kasım 2012 Cuma

Moskova Metrosu: Bu metroysa bizdekiler ancak atlıkarınca olur!



Moskova’da yaklaşık 15 tane metro hattı bulunuyor ve bu ağ günden güne büyümeye devam ediyor. Örneğin şehrin dışında bir mesire yerine, artık şehrin bitip ormanların başladığı bir yere gitmek istediniz (İsmailova Parkı gibi) metro oraya da gidiyor. Bir bilet alıp bir yerden bindiğiniz anda diğer tüm hatlara ücretsiz geçebiliyorsunuz ve hepsinin kesiştiği dairesel bir kahverengi hat ile en eski ve merkezi kırmızı hat bulunuyor, bu iki hat sayesinde şehrin en alakalı yerinden en alakasız yerine hızlı ve ucuz bir şekilde ulaşmanız mümkün. Üstelik 1930’larda yapılmış metro altyapısı ve eski trenler oldukça nostaljik bir hava estiriyor. Özellikle bazı istasyonlar sanki bir sanat galerisindeymişçesine harika sanat eserleriyle dolu. Heykeller, değerli tablolar ya da dev mozaik duvar resimleri… Sadece metronun duraklarında inip binmek bile bir gezi tecrübesi yani!





Metroda fotoğraf çekmek yasak olduğundan ancak bu kadar çekebildim ama istasyonlarla ilgili bilgi almak isterseniz tık tık...

Ulaşım ücreti çok ucuz biz –yanlış hatırlamıyorsam- 10 binişlik karta yaklaşık 7 dolar vermiştik. Metronun her şeyi gibi turnikeleri de antika, turnikeler normalde açık, siz pat diye geçiliyor zannederken eğer kartı okutmadıysanız daaaannn diye bir demir turnike iniyor ve birkaç gün diz civarınızda kocaman bir morlukla gezmek zorunda kalıyorsunuz. Ben ilk günler rush hour kalabalığı + kaybolma paniği nedeniyle otel kartımı turnikeye okutmaya çalışıp bu enteresan uygulamadan nasibimi almıştım.

Bizim Moskova’ya gitmeden önce yaptığımız en akıllıca şey bu metro haritasını alıp üzerine otelimizi ve gezilecek yerlerin duraklarını yazmamız oldu. Ayrıca bu sanat galerisi özelliğindeki durakları da işaretleyip metro görgüsüzleri gibi duraklarda inip inip bindik.

Moskova kalabalıklığı ve trafiği ile İstanbulla yarışır özellikte, metroya binişimiz rush hour saatlerine geldiğinde hayatımda hiç bu kadar kalabalık bir toplu taşıma aracına binmediğimi hatırlıyorum. Kaburga kemiklerim çarkın dişlileri misali yanımdaki adamın kaburga kemiklerine geçti resmen ve enteresandır o sıkışıklıkta bile ayakta durup bir eliyle tutunup bir eliyle katladığı kitabını okuyan tipler vardı.

Daha çookk yolumuz var demek geldi içimden...

Moscow Moscow!


Rusya'ya gitmeden önce araştırmalar yaparak başladık önce işe. Biz Selda ile müthiş bir gezi ekibiyiz. O gitmeden önceki araştırmaları, ben de oradaki girip çıkıp bulma işlerini hallediyorum. Asla kapris, naz, yoruldum, uyuyacağım gibi mızmızlanmalar yapmıyoruz. Gerekirse hiç uyumadan oradaki günlerimizin tadını çıkarmaya çalışıyoruz.

Moskova tıpkı Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu günlerde olduğu gibi, yeni rejimin başkenti olarak kabul edilmiş ve çarlık yıkılınca sosyalist yeni düzenin başkenti St. Petersburg’tan Moskova’ya taşınmış.
Bir yönetim rejimi olarak sosyalizmin iyiliği-kötülüğü tartışılır ama ben bu şehirdeki metro ağını ve insanların okuma ve spor alışkanlıklarını görünce demek ki bu sosyalizm iyi bir şey dedim…

Moskova’ya İstanbul’dan yaklaşık bir saatlik bir uçuşla ulaştık. İlk gün transferlerimiz de dahil olduğu için panoramik şehir turu denilen ve bizim hiç sevmediğimiz gezi türüne katıldık. Öyle akvaryumdan seyreder gibi otobüsün içinden işte bu da Kızıl Meydan diye geçilen cinsten. Bu gezilerin tek güzel yanı, geçerken beğendiğiniz bir yer olduğunda aklınızın bir köşesine yazmak oluyor. Bir de tabi döviz kuru gibi, telefon konuşmaları, ulaşım gibi ana konular hakkında bilgi alıyorsunuz.


İlk gün Kızıl Meydan’da mola verdikten sonra otelin yolunu tuttuk.

Ertesi gün dedik ki Seldo ile kendi kendimize bir gezmeye çalışalım bugün, baktık beceremedik yarın turun ekstra gezilerinden devam ederiz.

Moskova deyince akla ilk gelen
 
 
Kremlin Sarayı,
 
 
 
 
Kızıl Meydan,  
 
 
St. Basil Kilisesi oluyor genellikle.
 
Benim zihnimde ise bunların yanında muhteşem bir metro ağı ve sanat eseri niteliğindeki metro durakları, "orman" diyebileceğimiz nitelikte harika parklar,
 
 
 

 
 
Kızıl Meydan'ın gelinleri canlanıyor. Bunların yanında bol taban zonklaması ve nefis Rus votkaları!

Rusya'ya, Nazdarovya!



Gezi yazılarımı genellikle sıcağı sıcağına yazsam da hayatımda bu konudaki en büyük pişmanlığım Rusya gezimle ilgili notlar almamış olmamdır. Çünkü tam bir gezgin gibi gezdiğim, tabanlarımın patladığı, döndüğümde babamın şaşkınlıkla “ne kadar zayıfladın böyle” dediği bir geziydi.


Tüm seyahat boyunca metro-otobüs-minibüs-banliyö trenlerinde dolaştık, yürümekten helak olup bulduğumuz her rahat mekanda ayakkabıları çıkarıp ayaklarımızı rahatlattık, o yüzden Rusya’nın bendeki yeri bambaşkadır.

Ben bu blogta en azından hatırladığım kadarıyla Rusya anılarımdan bahsetmeye karar verdim.

2010’un Mayıs’ında Moskova-St. Petersburg gezisine bir tur şirketi aracılığıyla gittik. Kuzeylere gidiyoruz aman da çok soğuk olur deyip kürkleri, montları kuşandık ama o kürklere, montlara İstanbul'a dönünce ihtiyacımız oldu. "Beyaz Geceler" sezonunda giderek uzun süreli gündüzler yaşadık. Ben gün ışığıyla dinamizm kazanan biri olarak gecenin birinde kararıp sabahın dördünde yeniden aydınlanan havaları çok sevdim, gezmeye bol bol enerji bulduk böylece.

Turun otel+uçak ve transferini kullanıp geri kalanını kendi kendimize gezerek Moskova ve St. Petersburg'un altını üstüne getirdik. Hatta tur rehberi gezdiğimiz yerleri ve gezebildiğimizi gördüğünde “ya siz bir yerlerde gezi yazısı filan mı yazıyorsunuz” diye sormuştu. Bu bizi Seldo ile iyice havaya sokmuştu. Çünkü Rusya’da kendi kendinize gezmek gerçekten müthiş zor! Her ne kadar sosyalizm gideli 20 yıl olsa da hala daha o kapalılık halini hissediyorsunuz. Ne kadar turist gelirse gelsin, turizmi geliştirelim, hizmet sektöründe aşıp devirelim gibi bir iddiaları yok. Herhangi bir yerde İngilizce bir yazı görmek ya da İngilizce bilen insanlarla karşılaşmak neredeyse imkansız. Belki sadece otel lobilerinde bu mümkün! Çok geniş alana yayılmış, kalabalık şehirler, üstelik bambaşka bir alfabe ve telaffuzla zaman zaman çok moralimizin bozulduğu ya da “aha şimdi s.çtık” dediğimiz zamanlar oldu ama hepsinden alnımızın akıyla çıktık.

Daha güzel, daha çok keyif aldığım yerler de gördüm ama gezmenin arındırmasını en çok Rusya’da anladım.

Yine söylüyorum sıcağı sıcağına yazmadığıma pişmanım ama yine de aklımda kalanları yazmaya da niyet ettim bir kere…

26 Kasım 2012 Pazartesi

Tiyatro Sezonu Açılmıştır! Huzur Çıkmazı: Bazıları hiç delirmezler, ne korkunç bir hayat sürüyorlardır, kim bilir!


Ankara'da yaşamanın en güzel yanlarından birisi Devlet Tiyatroları bence! Çok uygun fiyata, güzel oyunları, oyunculukları, dekoru, sesi, kostümü izleme imkanımız var.
Bu kışın ilk tiyatrosuna cuma akşamı kız kıza gittik.
Huzur Çıkmazı İzmir Devlet Tiyatrosu'nun oyunu, turne için Ankara'daydı. Haldun Taner'in oyununda öğretmen Memnun bey'in karısı Zennube adamın aşırı ilgisinden bunalarak sık sık sinir harbi yaşamaya başlar. Bunun üzerine Memnun bey doktor bularak karısını iyileştirmenin yollarına bakar ancak Zennube ile doktor arasında bir ilişki başlamıştır ve Zennube kocasını öldürmenin planlarını yapar ve kocasını zehirlemeye çalışır. Bir cinayet sorgulaması yanında geçmişe dönülerek olayların gelişimi izleniyor. Kimin öldüğü oyunun sonunda öğreniliyor.
Memnun bey'in aşırı sakin, anlayışlı halleri aklıma başlıktaki Charles Bukowski sözünü getirdi. İyilik görmek her zaman iyi bir şey değilmiş, bunu anladım! Eğlenceli, hareketli bir oyun. İzleyin!
*Görsel devtiyatro.gov.tr sitesinden alıntıdır.

20 Kasım 2012 Salı

Bir Film: The Vow



Evlendik, balayından döndükten sonra evimize televizyon aldık. Evde yaşamaya başladığımız ilk günlerde bu nedenle tv yayınımız yoktu. Sevgilim de bir akşam cd'ciye gidip kendi zevkine göre bir sürü aksiyonlu, Sylvester Stallone'lu film alıp arasına da bir tane benim ağzıma bir parmak bal çalmak amaçlı romantik komedi filmi görünümlü bir filmi de eklemişti.

Gel zaman, git zaman biz bu filmlerin çoğunu izleyemeden tv yayınımız geldi, filmler de olduğu gibi kaldı. Geçenlerde tv'de maçın olduğu bir akşam can sıkıntısından bilgisayarı alıp yatak odasına çekildim ve sonra ondan da sıkılınca şu filmlere bir bakayım dedim ve The Vow'u izlemeye başladım.

Beklediğim romantik komedi tarzından çok daha dokunaklı bir film. Çünkü her şeyden önce gerçek bir hikayeye dayanıyor. Yönetmenliğini Michael Suscy yapmış, başrollerini Rachel McAdams ve Channing Tatum oynamış.

Film Paige ile Leo adındaki evli bir çiftin kaza sahnesiyle başlıyor. Çift dört yıldır evliler ve birbirlerine deli gibi aşıklar. Ancak kazada heykeltraş olan Paige beyin travması geçirerek hayatının Leo ile ilgili olan kısmını hatırlamamaya başlıyor. Leo ile tanışmadan önce ailesinin yanında hukuk okuyan ve başka biriyle nişanlı olan halini yaşamaya başlıyor. Leo ise öylesine çok seviyor ki kendini hatırlatmanın, eski hallerine dönmenin yollarını arıyor, Paige eski nişanlısına kur yaparken bile!

Filmin devamını anlatmak bu yazıyı okuyup da izlemek isteyenlere haksızlık olur. Ancak gerçek bir hikayeye dayanması nedeniyle finali insanı gerçekten çok çok etkiliyor. İnsan diyor ki kaderden kaçılmıyor!

Bir gün evde dvd keyfi yapmak isteyenlere duyurulur!

*Görsel internetten alıntıdır.

16 Kasım 2012 Cuma

23 Eylül, Eve Dönüş ve Bali'yle İlgili Son Sözler...



Son günümüzde biraz daha okyanus keyfi yaptıktan sonra ilk gün bizi karşılayan Reno eşliğinde havaalanına gidip çıkış vergilerimizi ödeyip uzun pasaport kuyruğunda bekledikten sonra önce Kuala Lumpur’a ardından İstanbul’a yorucu bir yolculuk geçirip balayımızı tamamladık.


Bali ile ilgili özete gelirsek…

Bir daha mutlaka gitmek isterim gibi bir his uyanmadığını belirtmek isterim. Zaten Tayland’a olan hayranlığım yüzünden buraya gittiğimizi ve Tayland ile kıyaslanmaması gerektiğini görmüş olduk. Sadece balayı turizmi ile ünlenmiş bir adayı, dünyanın en büyük ticaret merkezlerinden biriyle kıyaslamak ve oradaki gündelik akışı beklemek yanlışmış.

Ancak ülkenin güzelliğinde söylenecek söz gerçekten yok. Yemyeşil tropik ormanlar ve hayatımızda ilk kez güney yarım küreye geçmek de güzel bir tecrübe idi. Okyanusta yüzmek, güzel yemeklerden yemek, güzel içkiler, kahveler içmek, güneşi okyanus üzerinden batırmak, şelalelerin altında rafting yapmak, masaja girip rahatlamak… Ve tüm bunları sevdiğin, hayatının bundan sonrasını beraber geçireceğin adamla paylaşmanın hazzı da tabi ki pek çok kişinin arayıp da bulamadığı…

Ben Bali'ye gideceklere şunları söylerim:

- Pazarlığı elden bırakmayın. En azından bir malı-hizmeti almadan önce kaç lira ödeyeceğim diye sorun.
- Kesinlikle size şunu yaptıralım, buraya götürelim diyen seyyar turizm acentalarına (evet bildiniz taksiciler) kesinlikle tamah etmeyin, en güzeli tüm bilgilerinizi, gezilerinizi kaldığınız otelin resepsiyonundan halledin.


- Alışveriş konusunda ayrı bir post yazacaktım ama buradan söylemek daha iyi olacak: Çocuklar için harika uçurtmalar var, mutlaka alın. Çaylardan, kahvelerden almanızı zaten söylemiştim, birasından, şarabından da mutlaka alın. Ahşap işçiliğinden malzemeler şahane! Benim evim pek ahşap renklerinde olmadığı için alamadım ama süper şaheserler var. Cam mozaik ev eşyaları, gümüş eşyalar da uygun fiyatlı. Magnetler, Bali t-shirtleri, hatta poposunda i love bali yazan iç çamaşırlardan edinin. Bunun yanında batik elbise ve şallar da bol bol... Plajda yanınıza gelen Balili kadınlardan alın...

Ben bir daha Bali’ye gitsem;

- Gili adalarına gidip orada okyanusun tadını çıkarırım (Gili adalarına gidiş için kişi başı 100 dolar ödeniyor, feribotla geçiyorsunuz, gerçekten turkuaz deniz-beyaz kum ikilisinin olduğu, dalışçıların gözdesi adalar ancak sırf gidiş için o kadar para vermek üzerine de dönüşü ayarlamamış olmak, kalacak yer gibi sorunlar nedeniyle bu sefer gidemedik),

- Kalınacak oteli Kuta’da ayarlarım,

- Daha çok tapınak gezer, özellikle Hinduizm ile ilgili araştırmalar yapmadan gezmem,

- Taksicilere çok yüz vermem, çatır çatır pazarlık yapmadan arabalarına ayağımı sokmam,

- Bintang ve Bali şaraplarından bol bol içer, içtiğimden fazlasını eve getiririm,

- El yapımı kahve ve çaylarından tadar, hepsinden alırım,

- Cam mozaik süs eşyaları, ipek şallar, ahşap işçiliği yapılmış eşyalardan alırım,

- Maymun ormanlarına giderim,

- Tüm tehlikesine rağmen mobiletle gezip taksicilerden uzak dururum...

22 Eylül, Bali, Kuta: Bali Gece Hayatı



Bali’deki son tam günümüzü yine deniz kenarında yatarak geçirdik. Sonra cumartesi akşamı buraya kadar gelmişken gecelere akmadan olmaz diyerek, gece soluğu Kuta’da aldık. Artık son gün olması nedeniyle pazarlığı, taksicilerin halet-i ruhiyesini çözdük ve çatır çatır pazarlık yaparak ve sunulan alternatifleri net bir şekilde reddederek 80,000 rupiah ödedik, Kuta’ya vardık. Önce Flapjaks'te güzel bir gelato yiyip ardından
eğlenceye dalmaya karar verdik!

Uyuşturucu satmanın cezası ölüm olduğu halde sokaklarda rahat rahat “something, something” diye diye uyuşturucu satılıyor hatta kimisi yolunuzu kesip “cocain” bile diyor. Benim koca da saf saf “something ne yaaa” diyor!



Kuta'nın en meşhur barı tabi ki Hard Rock! Gitmesek olmazdı!

Daha sonra Legian Street'e geçmeye karar verdik.

Kuta’nın sahil caddesinden Legian’a kısa yoldan gitmek için ara sokakları kullandık ama bir hayli gerildim, abuk sabuk tipler, her an sizi tepelemeye hazır mobiletler, bir de ayakkabımın bağı kopunca gerginlik doruğa ulaştı.









Yüksek sesli müzik, kalabalık caddeler, gecenin saat kaçı olursa olsun açılmayan bir trafik ve yeryüzündeki her milliyetten insanlar… Bu yoğunluk kaos hissi veriyor insana, biraz geriliyorsunuz. Biz Legian 61 denilen, 61 numaralı binada hizmet veren ve her bir alanında değişik eğlencelerin yapıldığı bir mekânı tercih ettik. Ön terası Sky Garden’da Kuta manzaralı içkilerimizi yudumlayıp iç tarafında yüksek sesli müzikle kalabalıkta dans ettik, arka terasta 80’lerin müziği eşliğinde nargile içip eğlenenler vardı. Aynı şekilde mekânın diğer iki katı da bölünmüş her bir yerinde ayrı eğlence konseptlerinin uygulandığı güzel bir mekândı.



Bounty de önerilen mekanlardandı ancak biz girmedik.

Bali'deki mekanlar öyle bir durumda ki, tek bir mekana girerek her türlü eğlence anlayışınızı tatmin edebiliyorsunuz. Önce girip sessiz bir ortamda sohbet ede ede yemeğinizi yiyip üstüne gidip aynı mekanın başka bir bölümünde nargilenizi tüttürebilir, sonra başka bir böülmde yüksek sesli müzikle çılgınlar gibi dans edip kafanız şiştiğinde terasa çıkıp Kuta manzarası eşliğinde içkinizi yudumlayabilirsiniz. Biz bu nedenle Legian 61 dışında başka bir mekana gitmedik. Sırf bu mekanı gezmek bile saatlerimizi aldı zaten.

Biraz eğlenip dans edip içki içtikten sonra sabaha karşı pazarlık yapıp 110,000 rupiah ödeyerek taksiyle otelimize döndük.




21 Eylül, Bali, Nusa Dua, Bali Collection






Rafting bizi epeyce yordu. Akşam olup karnımız acıkmaya başlayınca Nusa Dua’da otele gelirken sürekli önünden geçtiğimiz Bali Collection’a gidip orada yemek yiyelim biraz da dolaşalım dedik. Otelimiz Ayodya'ya yaklaşık 10 dakikalık yürüme mesafesindeki Bali Collection açık hava bir alışveriş merkezi. Restorandan butiğe, masaj salonundan süpermarkete kadar içinde her şey var.





Burada daha önce bahsettiğim Prada’nın bir şubesi bulunuyor. Prada’ya gidip deniz ürünleri sepeti yanına Bali şarabı aldık, sigara tüttüre tüttüre yedik içtik. Midemiz coştu coştu, bayram etti! Yemekten sonra biraz dolaştık. Burada da her türlü restoran bulunuyor. Birçok mekânda güzel canlı müzik yapılıyor.






Biraz dolaştıktan sonra Bali masajı yaptırmaya karar verdik. Bali masajı yağla yapılıyor. Değişik sürelerde yapılabiliyor, sizin tercihinize kalmış. Bunun dışında ayak masajı, yüz masajı gibi çeşitler de var. Biz Prada’da bir saatlik masaja iki kişi yaklaşık 360,000 rupiah verdik. Kadınlara kadın, erkeklere erkek masöz masaj yapıyor. En güzel yanı da masajın sonunda yağlarınızı temizlemeleri, Türkiye’deki en güzel spa merkezlerinde bile sizi vıcık vıcık yağlı olarak gönderiyorlar. Restorandan sonra, masaj salonunda da Prada’yı çok tuttuk, fiyat-kalite bağlamında tabi!

21 Eylül, Bali, Ayung River, Rafting... İyi ki Bali'ye Gelmişim!










Bali’de her an, her yerde karşınıza tur broşürleri çıktığını söylemiştim. Bu rafting de daha önce bloglardan okuduğum ve broşürlerde sıkça rastladığım bir aktivite olarak aklımda yer etmişti. Otelin lobisine gidip danışmadan bununla ilgili bilgi almak istediğimizi söyledik.


Yine çekmeceden bir broşür çıktı ve kişi başı 72 dolara gidebileceğimiz söylendi. Biz de başka broşürlerde 35 dolara gördüğümüzü, fiyatın çok yüksek olduğunu söyledik. Bunun üzerine resepsiyonist, bir yerleri arayıp konuştu ve 35 dolara tamam dedi. Sabah erkenden bizi alacaklarını söyledi.

Sabah erkenden mayolarımızı, terliklerimizi giyip havlu, yedek kıyafetleri de yanımıza aldık. Özel şoför eşliğinde, dört kişi (ikisi de başka otelden alınan Japon bir çift) iki saatlik gerçekten güzel bir yolculuktan sonra Ayung River’a vardık. Yol boyunca Bali’nin gerçek yüzünü görüp ilk kez o gün Bali’den zevk aldığımı söylemek isterim. Tarlada çalışan Balili çiftçiler, yemyeşil, kocaman pirinç tarlaları, turistik bir yer olmayan bir maymun ormanında yavrusunu taşıyan maymunlar, tropik, yemyeşil alanlar…








İki saatin sonunda raftingin başlayacağı yere geldik. Üzerimizi değiştirip beklemeye başladık ve sonra ödeme yapmak üzere gişeye gittiğimizde bir sürprizle daha karşılaştık: “Ödemeniz gereken tutar 144 dolar!” yanımıza 150 dolar para almışız. Bir kez daha moralimiz bozuldu, hakikaten para harcayıp harcamamak meselesi değil de, bu kazıklanma hissi insanın ağzında berbat bir tat bırakıyor. İtiraz ettik, ben oteldeki durumu anlattım, yanımıza çok az para aldığımızı söyledim. Ancak sonuçta iki saatlik yol gitmişsin, adamlar ödeyeceksiniz diye tuttursa yapacak bir şey yok, dağın başında bırakabilirler bizi, bir taraftan da bunları düşünüyorum ama Allahtan işimizi kolaylaştırıp “peki sizin için kişi başı 40 dolar yapalım” dediler. Bali’de ilk ve tek olmak üzere kendimizi yürüyen dolarlar olarak değil, insan olarak gördüğümüz andı sanırım bu.

Gerekli ekipmanı aldık, sadece mayolarımızla kalıp geri kalan her şeyi kaptanlarımızın su geçirmez çantalarına koyduk. İki saatlik muhteşem bir macera, yüzlerce metrelik ağaçların, tropik ormanların içinde, sadece yeşilin ve mavi gökyüzünün olduğu bir manzara eşliğinde kimi zaman durgun, kimi zaman coşkun suda Bali’deki en güzel iki saatimi geçirdim. Zaman zaman suyun içinde bir yerlerde yapılan tapınaklara, kimi zaman şelalelere rastladık. Başta biraz korksam da kaptanın gerekli uyarılarına dikkat edince tehlikesiz ve zevkli bir hal aldı. 1.55’lik çöp gibi kaptanımızın bir kasları vardı ki, Kıvanç Tatlıtuğ halt etmiş! Üzerimde yürüyen kocaman bir örümceği alıp ağzına attı, bir güzel yedi ve pazularını göstererek “i am spiderman” dedi! Komutları da bir hayli komikti, kürek çekişimizi yönlendirmek için “ven, tüü, ven, tüü” diye diye bizi kopardı. Kocamın da adamdan kaptanlığı alma mücadelesi ve ardından “koca botu tek başıma götürüyorum arkadaş!” serzenişine hayli güldüm, kendini heroluğa fazla kaptırdı!






Bu güzel iki saatin ardından tur fiyatına dahil olan öğle yemeğini yemek üzere yine muhteşem manzaralı bir yerde idare eder denilebilecek açık büfe yemeğimizi yedik. Duş ve havlu gibi hizmetlerin de verildiği bu tesisten ayrıldık, aynı şoför ve ekiple otelimize kadar bıraktılar.

Raftingten sonra dedim ki, iyi ki gelmişim buraya ve iyi ki şu raftingi yapmışım!

20 Eylül, Bali, Kuta





Düğün koşturmacasından yeni çıkmış bir balayı çifti olarak Bali’yi tercih etmemizin en önemli nedeni hem değişik bir yer görüp hem de kendimizi yormadan dinlenip deniz keyfi yapabileceğimiz bir yer olmasıydı. O yüzden bir önceki tam gün turundan sonra Nusa Dua’da okyanusun, havuzun keyfini çıkarıp biraz dinlenip akşam bir yerlere gitmek amacındaydık. Ben okyanus kenarında uzun bir yürüyüşe çıkıp karaya vurmuş bir gemiye ve bol bol mercan kayasına rastladım, beyaz kum, turkuaz su manzaralarına, yaşanan gelgitlerin belirgin izlerine rastlayıp bu arada beynimde sürekli Mustafa Sandal’ın Denize Doğru şarkısı çınladı durdu.


Bali sörfçülerin, dalışçıların da cenneti aslında. Su altında da, üstünde de keşfedecek bir şeyler var. Hatta dalış yapamayanlar için “underwater” isminde etkinlikler düzenleniyor ve kafanızda astronot başlığı gibi bir başlıkla suyun altında yürüyerek keşfe çıkıyorsunuz.

Öğleden sonra deniz keyfini noktalayıp meşhur maymun ormanlarını görüp birkaç yeri gezelim diye taksi arayışına çıktık ve sıkı durun bir taksi macerası daha geliyor…

Otelin lobisindeki kadına uzun uzun sorup gerekli bilgileri aldıktan sonra onun bize tavsiyesiyle vahşi olmayan maymunların olduğu bir maymun ormanına gidip, Tanah Lot adındaki muhteşem manzaralı tapınakta günü batırdıktan sonra akşam yemeği ve eğlence için Kuta’ya gitmeye karar verdik. Hepsi harita üzerinde birbirinin güzergahında yerlerdi.

Öncelikle birkaç taksiciyle pazarlık edip fiyatta anlaşamayınca bir derici dükkanının önünde taksi sorduk. Derici de kuzeninin bu işi yaptığını ve ona soracağını söyleyerek yanımızda aradı. Üç yere birden yetişemeyeceğimizi ama iki yer için 300,000 rupiaha bizi götürebileceğini söyledi, biz de tamam dedik.

Bano isminde Müslüman olan taksicimizi başta çok sevdik. Bizimle her taksici gibi sohbet etti, oraya gittiniz mi buraya gittiniz mi diye konuştu durdu. Aslında Jakartalı olduğunu, karısının Jakarta’da olduğunu ve kendisinin para kazanmak için Bali’ye geldiğini, karısını çok özlediğini filan söyledi. Ardından çocuğu olduğunu, trafik kazası yaptığını ve çocuğunun öldüğünü anlattı. Biz de acıdık. Sonra ertesi gün 12 saat boyunca bizi 400,000 rupiaha gezdirebileceğini söyledi. Adam öyle sempatik geldi, öyle acıdık ki, tamam dedik yarın Ubud’a gitmek istiyorduk, sen bizi gezdir. Hatta Umut’a diyorum ki, “Umut bu adama 500,000 rupiah verelim yarın” diyorum! Boşuna dememişler acıma acınacak hale gelirsin diye!

Adam önce bizi “şurada bir alışveriş merkezi var, çok güzel, uğrayalım, görün” diye ısrarla alışveriş merkezine soktu. Tabi ki anlaşmalı olduğu bir yerdi. Sonra çıktık yok efendim trafik çok sıkışıkmış da, Tanah Lot’ta günbatımını kaçırırmışız da diye diye oraya gitmekten de kaytardı. Anlaşmamız bir kez daha bizi Kuta’ya bırakıp 5 saat bekleyip otele bırakmak üzere 250,000 rupiah ile değişti. Ama adama sinir olduk. Umutla da gerildik, yapmak istediğin bir şeyi paranla bile yapamıyorsun ve her şeye onların keyfi karar veriyor. Madem yetişemeyeceğiz bizi neden zorla alışveriş merkezine sokarsın be adam!






Sonra Kuta plajında günbatımını izledik.

Kuta Bali’nin merkezi. Tüm eğlence mekânları, uygun alışveriş mekânları burada. Biraz Pattaya’nın Sahil Yolu’nu andırıyor. 2002 ve 2003 yıllarında radikal İslamcılar burayı iki kez bombalamışlar, yüzlerce insan hayatını kaybetmiş, bombalanan yerdeki anıtta yüzlerce insanın adına bir anıt yapılmış ama hemen yanı başında eğlence tam gaz devam ediyor. Bu bombalı saldırıların Bali’nin popülaritesini azalttığı söylense de ben hayatımda bu kadar çeşit insanı hiçbir yerde görmedim. Kanadalısından, Amerikalısına, Rusuna, Uzak Doğulusuna kadar…









Kuta’nın paralel bir caddesinde Matahari adındaki büyük bir alışveriş merkezinden hediyeliklerimizi aldık. Magnetler, Bali temalı tişörtler, çay-kahve gibi Bali’ye özgü şeyleri uygun fiyata alabilirsiniz.





Akşam birer kadeh Bali şarabı içtiğimiz kırmızı konseptli mekanın maalesef adını hatırlamıyorum ama hat safhada romantik ve huzurlu bir yerdi. Sahil boyunca yürürken mutlaka dikkatinizi çekecektir.

Şaraplarımızı bitirdikten sonra, başka bir akşam alemlere akmak üzere Bano’yu bulduk. Kuta’da eğlence için Legian Street’teki sayısız mekan ve Seminyak’taki mekanlar tavsiye edilir. Kuta’da otele dönüş Legian Street üzerinden oldu, bizim Bano efendi demez mi “bu mekanlara ben de cumartesi akşamları geliyorum “with my girlfriend”! Biz de” rezil, yok karıma para kazanıyorum, yok çok seviyorum bilmem ne de, ondan sonra elin karılarıyla gece klüplerinde gezzzz, boynun altında kalsın!!!” diyerek ertesi günkü plandan da vazgeçtik. Adam birkaç gün sonra, biz Türkiye’deyken bize sms yolluyor: “hi mr. Umut when we go to Ubud?” diye, “hadi oradan!” dedik!

Epey gerilmiş olarak otele geldik. Gezip eğlenmek için strese girmek… En kötüsü de bu…