25 Mart 2013 Pazartesi

Otuz İki


Hakkıyla yaşandığı müddetçe geçen yılların hiçbir önemi yok.

Ben 32 oldum. Ağzı doldura doldura söyleniyor "oootttuuuzzzz ikiiiii":)

Geçen gün Mr. Balmy bir arkadaşının 30 yaş bunalımına girdiğinden söz ediyordu. Ben hiç öyle bir bunalım yaşadım mı diye düşündüm. Yaşamadım, hiç! Bunda yaşımı göstermememin etkisi olabilir, bununla birlikte, geçtiğim yolları bir daha geçmek istemezdim, sınavlar, belirsizlikler, iş-meslek seçimleri, illüzyon dolu ilişkiler... Hayatta hiçbir şey için geç değil, 30 yaşına geldinse, 30 yaşına göre bir hayat seni bekler, o kadar. Mesela ilişkiler anlamında pişmanlıkların varsa ve trenin kaçtığını düşünüyorsan... Evet 22'lik biriyle, 22 yaşındaymışçasına ilişki yaşamaksa amaç tren kaçmış demektir. Ama 30'a gelip de bunu isteyecek birini tanımıyorum ben (evet 22'lik bir çıtır fena olmazdı ayrıca onun için de geç değil:)). Dolayısıyla artık yaşadığın 30 yaşının ilişkisi olacak, edindiğin dostluklarda, yapacağın aktivitelerde, gideceğin yerlerde, hep bu yıllarının etkisi olacak, sonra 40'ına geldiğinde bunlara da doyacaksın, başka bir yol çizeceksin.

Bu ara sık sık bu cümleyi kuruyorum: Hayat akıyor, değişime zorluyor. Değişimden korkmamak gerek.

Belki de bu yazının ana fikri, canınız ne istiyorsa onu yapın, çünkü zaman geçip gidiyor, olmalı. Çünkü yapılmayanların pişmanlığı, yapılanların pişmanlığından daha çok acı veriyor, demek ki en büyük zarar eylemsizlikte.

Yeni yaşımda ben kendime bunu diliyorum: Eylemsizliğe düşmeyecek kadar enerji, zaman, para, sağlık ve bir o kadar sevdiğim insan hep yanımda olsun. Yapmak istediklerimi yapacak tüm imkanlar yanında, yapmak zorunda olduklarımı sevecek bir güç de gelsin içime yerleşsin.

Bol gezmeli, bol müzikli, bol okumalı, bol dostlu, arkadaşlı, aşklı, anneli, babalı, kardeşli uzun uzun yıllar olsun.

Sevdiklerimin ve benim sağlıktan yanaklarımızdan kan fışkırsın, nabzımız güzel atsın, dizlerimiz sağlam bassın.
Bolluk, bereket evimizin balkonundan, penceresinden taşsın.
Eskileri bir çırpıda atalım, yenilere hep yer olsun.
"Şu olsa" dediğimiz her şey, istediğimiz anda bizi bulsun.

Nice nice nice mutlu yıllar olsun!

19 Mart 2013 Salı

Teppanyaki Alaturka, Kestaneli-Balkabaklı Cheesecake, Norwegian Wood, Aslanlı Yol, Kıtlama Şekerim

"Bu haftasonu bol okumalı, bol gezmeli, en en en sevdiklerimizle geçen bir haftasonu olsun" demiştim. Benim için öyle oldu.



Cuma günü ayın 15'i olması dolayısıyla evlilikle yarı yılı bitirmiş olduk. Mr. Balmy ile birlikte bir kutlama planladık. Uzakdoğu'ya merakım, deniz ürünlerine, sushiye olan tutkum nedeniyle Çukurambar'da açılan Teppanyaki Alaturka'ya uzun zamandır gitmek istiyordum. Bir de klasik Uzakdoğu mutfaklarından farklı olarak "Japon Ocakbaşı" konseptiyle Türkiye'de de bir ilke imza atmışlar. İster ocakbaşı kısmında oturup sunulan set mönülerden birini seçip Çinli ustanın marifetlerini izleye izleye değişik ve de orgazmik lezzetlerin dibine vuruyorsunuz, isterseniz alacarte restoran bölümünde dilediğiniz yiyecekleri seçip yemeğinizi yiyorsunuz.


Benim niyetim sushi+şarap ikilisiyle geçiştirmekken Balmy'nin ısrarı ile ocakbaşında set mönülerden farklı iki tane seçtik. Acılı-ekşili çorba, mevsim salata, lagos fileto, buharda pişmiş yumurtada kaz ciğeri, sushi, beefroll, çin mantısı, karides ve noodle benim mönümden hatırladıklarım. Yanına güzel bir şarap açtırıp yemenin hazzının ne olduğunu bir kez daha hatırlamış olduk.








Gecenin finali ise ananaslı dondurma ile yapılıyor muhteşem bir alev show eşliğinde, ama ben o alevi yakalayamadım maalesef.



Bu arada personelin son derece profesyonel ve kusursuz hizmet anlayışıyla hareket ettiğini belirtmek isterim. Özellikle bizimle ilgilenen Salim Bey mönüye çok hakim, çok ilgili ve her ihtiyaç anında yanımızda belirmesi ve meraklı Balmy'nin her sorusuna özenle yanıt verişiyle dört dörtlüktü. Teppanyaki Alaturka'nın alt katında özel odalar da mevcut, en fazla sekiz kişi gidip odayı kapattırıp dilediğinizce zaman geçirebilirsiniz.

Ödediğiniz her kuruşu hak eden, midelere bayram, gözlere, kulaklara, ruha bayram bir mekan olmuş. Ayrıca İstanbul'dan gelen misafirlere hava atmalık bir yer, çünkü Türkiye'de tek. Şunu da ekleyeyim, ben öyle sushi-mushi yiyemem derseniz, Türk mutfağına göre hazırlanmış mönüler de mevcut.

Cumartesi günü ise benim spor arkadaşlarımdan Ülküş ile onun sayesinde tanıdığım Gülay buluşup biraz kız muhabbeti yapalım diye Filistin Caddesi'ndeki Num Num'a gittik. Num Num benim Panora'da iken sevdiğim mekanlardan biriydi, birkaç kez Gordion'da da yemek yemişliğim var ama Filistin Caddesi'ndeki şubeye hiç gitmemiştim. Oradaki vazgeçilmezim Pesto Soslu Çıtır Tavuk Dürüm üzeri iki bira, sonra da mönüye yeni eklenen Kestaneli Balkabaklı Cheesecake oldu. Orgazmik lezzet diye bir şey varsa o, bu cheesecakete kesin var. Mutlaka denenmeli.



Sohbet çok çeşitliydi, işten tut, dedikoduya, erkeklere, kadınlara, cinselliğe, güzelliğe kadar dayandı. Bir şey itiraf etmek gerekirse, bir: yeni yerler görmek, iki: kız kıza sohbet, tadına doyulmuyor!


Eve geldiğimde zamanında aldığımız ama izlemeye fırsat bulamadığımız dvd'lere bir göz attım, bir Japon filmi dikkatimi çekti, önceki gün Japon ocakbaşısından sonra, şimdi de Japon filmi, Haruki Murakami'nin aynı adlı eserinden sinemaya uyarlanmış.

1967 Japonya'sında geçen öyküde bir aşk ilişkisi ön planda; o yılların Tokyo'su, öğrencilik ilişkileri, Vietnam Savaşı, kadın-erkek ilişkileri arka planda akıp gidiyor. Oldukça durağan giden bir film olsa da "sonunda ne olacak" hissi filmin kendisini izlettirmesini sağlıyor, dokunaklı sahneler, insan psikolojisini karmaşası, kadın-erkek ilişkilerinin kültür-yaş-mekan-zamanda gösterdiği farklılıklar insanı düşünmeye sevk ediyor. Sıkıldık holuvuttan diyenler buyurun capon sinemasına! Bu arada eminim kitabı çok daha sarsıcıdır, her uyarlamada olduğu gibi! Bu aralar sık sık karşıma çıkan Haruki Murakami'nin de bir kitabını okumak farz oldu, işaret üstüne işaret malum:)



Haftasonu okumayı bitirdiğim kitap ise Sevan Nişanyan'ın Aslanlı Yol ismini verdiği otobiyografisi.

Sabah 8.30, akşam 18.00 mesaisi, masa başından kalkmamacasına klavyeyle haşır neşir olmalar, ast-üst ilişkileri, bilgisayara bakmaktan kan oturmuş gözler derken geçen hafta enteresan bir şekilde işsel gerginlikler yaşayıp sinirlenip omuzum kaskatı kesilmişken ve akşamın dokuzunda işten çıkıp eve kendimi zor atmışken Mr. Balmy'nin de seyahatte olmasını fırsat bilerek yatağa girip uzun uzun okudum bu kitabı. O ruh halinde en son okunması gereken kitapmış!

Kafasına esince atlayıp istediği yere giden, Sri Lanka'da hapse düşen, karnı burnunda karısı ile tam Sovyetler'in dağılma döneminde arabasıyla Gürcistan üzerinden Moskova'ya geziye çıkmaya kalkan bir adam düşünün. Öyle şeyler anlatmış ki, hani Şener Şen'in palavracı bir karakteri vardır, "ava çıktım, ayıyı çakıyla öldürdüm; beş kişi saldırdılar, hepsi silahlıydı, ben silahsız onları alt ettim" filan diye. Bazen böylesi bir şeyi dinliyormuşum gibi "yok artık" dedim. Dil konusunda çok yetenekli, kafası başka çalışan bir adam Sevan Nişanyan... Ha ideolojik olarak kitabın bazı yerlerini okuyunca sinirlendim de ya da ne bileyim babalık, kocalık konusunda da "ee yok artık" dediğim yerler oldu. Her ne olursa olsun başka bir enerjisi, aurası olan ve sıradan insanların yaptığı şeyleri yapması beklenilmeyecek bir adam buldum karşımda.

Aziz Nesin'in vasiyeti olan matematik köyünün, Ali Nesin ile birlikte mimarlarından biriymiş, onu öğrendim, Şirince'de dokuyu, yapıyı bozmadan, farklı bir konseptle Nişanyan Evleri adında otelleri inşa etmiş, Türk bürokrasisinin hantallığıyla büyük mücadeleler yaşamış, kafasına esti mi kendisini dünyanın başka bir ucunda buluvermiş.

"Biz de kendimizi başka bir ülkeye gidip iki müzesini görüp şehir merkezinin en meşhur restoranında yemek yeyince dünyayı gezip görüyoruz zannediyoruz" diye sık sık düşündüm. Bizim gördüğümüz dünyaysa, onun gördüğü evren olur, öyle diyeyim.

Bu ülkenin meselelerinde zaman zaman kızarak, zaman zaman "maalesef haklı" diyerek, aklını, zekasını, vizyonunu takdir ederek, özel yaşamı konusunda, bir kadın olarak hınçlanarak ama en en en çok şaşırarak okudum.

Pazar günü, düğüne çağırmayı unuttuğum ve bu yüzden kendime çok kızdığım canım arkadaşım Caner'in Ankara'ya gelmesini fırsat bilerek kendisini yemeğe davet ettim. Erzincanlı olduğu için sık sık "kıtlama şekerim" muhabbeti yapardık birbirimize:) Yıllar sonra, yıllara rağmen iki insan arasında bağ kurulmuşsa ne olursa olsun bir şey değişmiyor, hayat alıp bizleri nereye bırakırsa bıraksın. Bazı haberler de aldım kendisinden, içimi rahatlattı ve aynı kangren durumla yine baş başa olduğum bir dönemde benim yoluma ışık da tutmuş oldu.

Haftaya yeni bir kararla ve belirsiz bir durumu ortadan kaldırmanın rahatlığıyla başladım.

Hadi hayırlısı!

*Filmin görseli moviedroneblog.blogspot.com adresinden.


15 Mart 2013 Cuma

Yarım Kalmışlar

Derler ki koç burcu insanı çabuk sıkılırmış, bir sürü yarım yarım iş bırakırmış ardında. Ben de bir koç burcu insanıyım, evet, yaka silkenleri görüyorum:) Ama biraz entersan bir koç burcuyum. Eğer sevdimse ve ilgi alanıma girdiyse hiçbir işi yarım bırakmam. Spor yapmak mesela, uykumdan fedakarlık ederim ama o sporu yaparım, şimdi yüz yogası yapıyorum malum (bkz. burası) altı gün yapıp bir gün yüzü dinlendirmek gerekiyormuş ama ben yedinci gün "ya ben yine de yapayım", diyorum.


Kitap okumak... Çocukluğumdan beri hep elimin altında okumakta olduğum bir kitap mutlaka olur. Ha bazen aylar sürer ama ne yapar eder bitiririm o kitabı, sıkıldım, sevmedimse yarıda bırakır, başka bir zaman baştan başlayıp bir daha okurum, yine de sıkılırsam bitirene kadar sıkarım dişimi.

Hakan Günday'ın Kinyas ve Kayra'sı, benim belki bir yıl önce aldığım bir kitaptı. Ekşi Sözlük'te yere göğe koyamamışlardı. Bir gün D&R'da kitabın ilk 20 sayfasını okuyup epey sarmıştım, sonra aldım kitabı. Okumaya başladım, cık! Götüremiyorum kitabı. Böyle durumlarda hemen kitaba bok atmam, biraz hiperkatiflik olduğu için serde, konsantre olamama ihtimalim daha yüksektir. Nice kitaplar vardır, ilk sefer okuyamayıp ikinci seferde yutarcasına okuduğum.

Neyse bu aralar birkaç günde bir kitap bitirme eğilimine girince bu kitaba da bir daha döneyim dedim. 200'üncü sayfalara dayandım. Ama yok arkadaş okunuyor bir şekilde, ama o kadar... Bakıyorum ki ben sayfalar ilerlerken tatil planlarına dalmışım, o haftaki spor aktivitelerimi, görüşeceğim arkadaşlarımı düşünmeye başlamışım, en son ne zaman manikür yaptırdığıma kadar iş varınca tamam dedim, zorlamanın alemi yok.

Ha kitap kötüdür diyemem, ama bazen bazı şeyler "frekans" meselesidir ya. Sanırım kitap benim "frekans"ıma uymadı. Bir kere hikaye çok "erkek işi" geldi bana. Muhteşem aforizmalar var, insanın yarım bıraktığı kitapta bir sürü altı çizili cümlesinin olması değişik bir şey ama bu kitapta ben bunu yaptım! Hele ki yazarın bu kitabı neredeyse reşit olmadan yazmaya başladığını öğrenince farkındalık seviyesine hayran kaldım!

Ama öte yandan bir çırpıda okunmayan ve okunması da gerekmeyen bir kitap gibi geldi. Çünkü hikayeden ziyade, o aforizmalar ve "hiçlik" üzerine saptamalar için okunmalı, değişik iki karakter olan Kinyas ve Kayra için okunmalı, onların arasındaki değişik ilişki için okunmalı. Ama başucu kitabı misali açıp 10-15 sayfasını okuyup sonra aylarca elime almasam da olur gibi geldi.

Bunun yanında ilk kez bir kitap için okunmalı mı, okunmamalı, ne diyeceğimi bilemedim. Yarım bıraktığıma göre okunmamalı ama bir gün elime tekrar alacağımı bildiğim için okunmalı.



Bu aralar her şeye kulp takan titiz teyzeler misali olsam da, beğenmediğim bir filmi de yazayım: Kelebeğin Rüyası. Yılmaz Erdoğan filmlerinin öykülerini severim, fragmanları izleyince tamam dedim, güzel bir öykü daha geliyor. Ama ben bir öykü maalesef göremedim. Evet o dönemle ilgili vurucu sahneler var ama filmin sonlarına doğru ruhumun epey sıkıldığını belirtmem gerek. Yine de gidip çok etkilendim, bayıldım diyenler de var tabi. Zevk meselesi.



Bir şeyi de beğen be kadın derseniz, internet alışverişinde www.enmoda.com adlı siteyi şiddetle tavsiye ederim. Benim gibi gözümle görmeden, elimle dokunmadan alamam diyorsanız, bu siteyi denemenizde fayda var, önyargılarınızı kırmanıza çok yardımcı olacak. Ben bu siteden bir cuma günü iki adet etek sipariş ettim, fatura tutarı ne olursa olsun kargo bedava, hem de anında kargoyla. Pazartesi sabahı ikisi de elimdeydi, birinin bedeni büyük gelince hemen faturanın arkasındaki formu doldurup değişim talep ettim, karşı ödemeli olarak kargoladım. Cuma günü eteğimin bedeni değişmiş, askıya asılıp güzelce kutulanmış olarak elime geçti. Göz atmaya değer...

Haftasonu geldi. Bol okumalı, bol gezmeli, en en en sevdiklerimizle geçen iki gün olsun.

5 Mart 2013 Salı

Arkadan liselik, önden müzelik olmamak için...



Madame Lourdes Çabuk'a birkaç kez tv programlarında rastladım. Kendisi Filipinli bir yoga hocası ve özellikle yüz yogası ile ün salmış durumda. 62 yaşında ama 40 yaşında gibi gösteriyor. Yüz yogası hareketlerinin birkaçını Saba Tümer'in tüm sulandırmalarına rağmen büyük bir ciddiyetle göstermiş, sorulan tüm sorulara özenle yanıt vermişti.

Ben de o programdan sonra gösterilen hareketlerin birkaçını yapmaya başladım, sonra ilgim arttı, araştırmaya, internetteki videoları izlemeye, yorumları okumaya başladım. İnternetteki karşılaştırmalı fotoğraflarda gördüm ki hakikaten faydası var ve gerçekten yüz hareketlerini yapınca yüzdeki kaslar ağrımaya başlıyor. Vücudumuz sarkmasın diye saatlerce spor yapıyoruz ama yüzümüze bir şey yapmıyoruz, sonra gelsin botoxlar... Hani bir deyim vardır, genellikle vücuduna iyi bakmış ama yüzüne bakamamış olan ileri yaştaki hanımlar için kullanılır, "arkadan liselik, önden müzelik" diye. Önden de liselik görünmek elimizde, ama emeksiz olmaz!



Madame Lourdes'in piyasada satılan Güzellik-Gençlik Yüz Yogası adlı kitabını edindim önce. Sadece yoga hareketleri değil aynı zamanda doğru nefes alıp vermek de bir o kadar önemli. Kitap fotoğraflarla ve detaylı anlatımla doğru bir şekilde yönlendiriyor, hareketler ayna karşısında yapılarak ve nefes egzersizleri ile bütünlük sağlıyor. Bunun yanında bağırsak ve omurilik için de yoga hareketleri kitaba konulmuş. Günde yaklaşık yarım saatinizi ayırarak güzel sonuçlara ulaşabilirsiniz, gerçi yarım saat ayırmamız gereken çok şey var, hangi birine ayıracağız diyorsanız, benim gibi kitaptaki hareketleri 3'e bölüp sabah-öğle-akşam 15'er dakikalık seanslar haline getirebilirsiniz ya da egzersizleri sınıflandırıp bilgisayar başında çaktırmadan yapabileceğiniz boyun ve göz egzersizlerini ofiste, böyle ağza el, kalem, kaşık sokmalı, gözleri koca koca açıp elle yüzü germeli hareketleri, balon şişirmeleri evde yaparak güne yayabilir ve böylece düzene oturtabilirsiniz.






Buraya bir de dipnot koymak gerekirse, Madame Lourdes ve eşi Adnan Çabuk (ki kendisi ünlü bir yogibaba)'un İstanbul'da Siddashram Yoga Center isminde bir yoga merkezleri bulunuyor. Madame Lourdes'in yüz yogası seanslarını öğrenmek amacıyla aradığımda Adnan Baba'nın bizzat kendisi ile konuşma fırsatını buldum. İstanbul'da belli tarihlerde 3 hafta üst üste cumartesi sabahları yüz yogası seansları yapılıyormuş, bunun yanında bazen, gruplar oluşturulduğunda ya da organizasyon yapıldığında Ankara'da da workshopları oluyormuş.

Takibe almış durumdayım, umarım en kısa zamanda Ankara'ya gelir.

Tabi o zamana kadar kitabıyla haşır neşir olmaya devam...

*İlk görsel izismile.com'dan, diğerleri Madame Lourdes'in kitabından benim çektiğim fotoğraflar.