27 Haziran 2014 Cuma

İnsanın kalbinde büyük kuşkular doğduğunda, büyük şeylerin olması kaçınılmazdır


Benim çok sorguladığım kavramlar var: Mesela: Mutluluk. Nasıl yakalanır? Nasıl mutlu olunur? Mutluluk neden bu kadar geçişken? Keyif almak mutlulukla aynı mıdır? Mutsuzluk neden daha yerleşik, daha derin? Üzerine ciddi ciddi kafa yorduğum içten içe mutlu olma çalışmaları yaptığım da vakidir. Tabi bu arayışlar algımı da değiştiriyor. Eskiden hiç okumadığım kitapları okuyor, ilgileniyor, anlıyorum.


Osho daha pek çok içsel arayış konusunda sayısız kitabı olan çok ünlü biriyken benim onunla karşılaşmam "öğrenci hazır olduğunda öğretmen belirir" misali bu sorgulamalarımla oldu ve onca kitabın içinden "İnsan Olma Yolculuğu-Sıradan Yaşamda Gerçek Mutluluğu Bulmak Mümkün mü?"  isimli kitabını seçtim.

Gerek mutluluğun sıradan olduğu, mutsuzluğun ise egodan kaynaklı olarak seni özel kıldığı fikri, gerek bu dünyadaki her şeyin bir olduğu, her şey ve hiçbir şeyin aynı olduğu, gerek büyüklere saygı konusundaki fikirleri ile kitapta altı çizili yer bırakmamacasına elimden kalem düşmeden okudum bu kitabı.

Bu kitabı okudum artık yeni biriyim diyemem ama değişimin birden bire değil, dönüşümle olması belki de daha iyidir. Kulağıma bir küpe taktı, bunu inkar edemem.

Ben sezonun geç kalmış suya ilk ayak sokmasını gerçekleştirmek üzere Bodrum'a gidiyorum, size de Osho'nun kitabından cümleler bırakıyorum.


Mutlulukla...

"Hatırlamanı istediğim şey, herkesin çocukla, çocuğun kesinlikle ilgilenmediği bir şey için ilgilendiğidir." (s.3)

"Mutlu olduğunda sıradan olursun, çünkü mutlu olmak doğal olmaktır sadece. Mutsuz olmak sıra dışı olmaktır. Mutlu olmanın hiçbir özel tarafı yoktur... Varoluş, mutluluk denen şeyden oluşur.
...
Mutsuzluk seni özel kılar. Mutsuzluk seni egoist yapar. Mutlu bir insana kıyasla, mutsuz bir insanın daha yoğun egosu bir vardır. Mutlu bir insanın egosu olamaz, çünkü insan ancak ego olmadığında mutlu olabilir... Mutlulukla bir arada var olamazsın; yalnızca mutsuzlukla var olabilirsin. Mutlulukta çözünme vardır." (s. 15)

"Olmak, mutsuz olmaktır. Mutlu olmak, olmamaktır." (s. 16)

"Mutsuzluk her zaman bilgililiğinle doğru orantılıdır. Bilgililik bilmek değildir. Bilmek masumiyettir, bilgililik kurnazlıktır." (s. 17)

"İnsan mutsuz, çünkü mutsuz olmak için numaralar öğrendi. Ego bunun temelidir. İnsan mutsuz, çünkü keyif, mutluluk belli ki her yerde. Bu da sorun yaratıyor." (s. 18)

"... bir egoist hep mutsuzdur, çünkü mutlu olmak için insan sahip olduğuyla mutlu olmak zorundadır. Sahip olmadığın şeyle mutlu olamazsın, bununla yalnızca mutsuz olabilirsin. Yalnızca sahip olduğun şeyle mutlu olabilirsin.
...
Ego yalnızca sana hedefler verir, ama o hedeflere ulaştığında, kutlama yapmana izin vermez. İnsan giderek daha mutsuz olur! Hayat geçerken biz mutsuzluk toplamaya, mutsuzluk biriktirmeye devam ederiz. Ve bunu 
-kendi mutsuzluğuna yol açtığını fark etmek çok zordur; bu, egoya aykırıdır. Bu yüzden sorumluluğu başkalarına yüklersin.
...
... eğer başkaları seni mutsuz ediyorsa o zaman mutlu olmak seni aşar; tabi tüm dünya sana ayak uydurmak için değişmedikçe.
...
Herhangi bir dönüşüme dair tek umut, senin kendini değiştirebilmendir. Bu, var olan tek umuttur, başka umut yoktur.
Ama ego sorumluluğu üstlenmek istemez. Sorumluluğu başkalarına yüklemeye devam eder. Sorumluluğu başkalarına atarken, özgürlüğünü de attığını unutma. Sorumlu olmak özgür olmaktır. Sorumluluğu başkasına vermek esir olmaktır." (s. 21)

"Mutluluk çok barizdir. Çok yakındır. Mutluluk öyle doğal ve öyle yakındır ki akıl unutur onu. Her çocuk mutlu bir evrede doğar ve her insan -hemen bir insan- mutsuz ölür." (s.24)

"... akıl en basit, en doğal olanı unutmaya meyilldir. O her zaman istisnai şeylerle ilgilenir, çünkü egonun ilgi alanı orasıdır. Ego sıradan olanla ilgilenmez ve Tanrı çok sıradandır. Ego basit olanla ilgilenmez ve Tanrı çok basittir. Ego yakın olanla ilgilenmez ve Tanrı çok basittir. Ego yakın olanla ilgilenmez ve Tanrı çok yakındır. İşte bu şekilde mutluluğuu kaçırır ve mutsuz olursun." (s.28)

"Istırap, kendini kaybettiğin anda yaşadığındır.
Coşku, kendini bulduğun anda yaşadığındır.
Kendini kaybetmek ya da bulmak: İkisi de benliğinin aynı derinliğinde gerçekleşir. 
Kendini kaybetmek, bir şey, biri olmaya çalıştığın anlamına gelir. Bir fikrin vardır ve o fikri hayatına geçirmeye çalışıyorsundur.
Tüm idealistler ıstırap içinde yaşar." (s.35)

"Istırap, bu dünyaya temiz bir sayfayla, üzerinde hiçbir yazının bulunmadığı bir tabula rasa (boş sayfa)'yla gelmiş olma deneyimidir. Bu, senin özgün yüzündür.
Şimdi iki şey yapabilirsin. Birincisi, bu boşluktan korkarak başka bir şeyin -para kazanmanın, gücün, öğrenmenin, bilge, eğitmen, politikacı olmanın- sana kimlik hissi verecek, bir şekilde kendi içsel kaosunu saklamana yardımcı olacak bir şeyin peşinden koşmaya başlayabilirsin.
Ancak ne yaparsan yap, kaos oradadır ve orada kalmaya devam edecektir. Bu, senin içsel parçandır. Dolayısıyla anlayan insanlar, ondan kaçmak için hiçbir yola başvurmazlar. Aksine, onun içine girmeye çalışırlar.
İki yol budur: Ya diğer herkes gibi kaçacaksın ya da ona koşacaksın. Ne kadar ıstıraplı, korku verici de olsa onun merkezine ulaşacaksın, çünkü o sensin. Ve en az bir kere benliğinin tam merkezinde olmak iyi bir şeydir. 
O merkeze ulaştığın an ikinci bir sözcük önem kazanır: coşku.
...
Istırap coşkuya giden yoldur." (s.47)

"Çocuğa herhangi bir din aşılamaya çalışan kişi merhametli değil, acımasızdır: Yeni, taze bir ruhu kirletmeye çalışır. Çocuk daha soru sormadan, hazır felsefelere, dogmalara, ideolojilere dair yanıtlar alır. Bu çok garip bir durumdur. Çocuk henüz Tanrı'yla ilgili bir şey sormamıştır ve sen ona Tanrı'yı öğretirsin." (s.61)

"Bir evladın babasıyla aynı fikirde olması gibi içsel bir ihtiyaç yoktur. Hatta hemfikir olmaması çok daha iyidir. Evrim bu şekilde gerçekleşir." (s.62)

"Büyüme ve büyüme sürati öyle hızlıdır ki geçmişte yirmi beş yüzyılda olmayan şey şimdi yirmi beş yılda olur. Doğal olarak, eski ve yeni kuşaklar arasındaki uçurum kaçınılmazdır. İnsanlık tarihinde ilk kez, yeni kuşak eski kuşaktan daha çok şey bilmektedir." (s.101)

"... eski kuşak saygı görmediğinden, sevgisini de geri çekiyor. Tüm iletişim, o eski ilişkiler duvara tosladı. Yeni kuşaktan hala saygı duyması, dinlemesi, takip etmesi bekleniyor ki bu imkansızdır.
Aksine, eski kuşak artık dinlemek ve yeni insanlara saygı duymak zorundadır. Ve ancak eski kuşak kendi çocuklarına saygı duyacak kadar tevazu gösterdiğinde, çocuklar belki büyüklerine saygı duyabilirler. Bunun başka bir yolu yoktur." (s.103)

"...bireyselliğin kişilik olmadığını unutma. Kişiliğinden vazgeçtiğinde, bireyselliğini kabul edersin ve yalnızca birey aydınlanabilir." (s.122)

"... kuşku çağı olan her çağ mükemmel bir çağdır. İnsanın kalbinde büyük kuşkular doğduğunda, büyük şeylerin olması kaçınılmazdır. Büyük kuşkular doğduğunda, büyük mücadeleler ortaya çıkar." (s.127)

"Sevginin ıstırabı, kederi, yasası budur, çünkü sevgi bir olmak ister. Sevgi tüm ayrılıkları, tüm sınırları kaldırmak ister. Ama tekrar tekrar, kişi engel olur, sınır olur. 
Dolayısıyla bu, anlaşılması gereken ilk temel gerçektir: Kendi dışında kimse mahremiyetine giremez. Bu, bir taş ile arandaki farktır. Taşın merkezine girilebilir; mahremiyeti yoktur. Bu, madde ile bilinç arasındaki farktır. 
Maddenin mahremiyeti yoktur; bilincin mahremiyeti vardır. Madde dışarıdan anlaşılabilir, çünkü maddenin içi yoktur. Maddede iç diye bir şey yoktur, her şey dıştır. Ve bilinçte bunun tam tersi geçerlidir: Her şey içtir ve dış yoktur.
Bilinç sonsuz içselliktir." (s.128)

"Olmadığın şeyden vazgeç ki, olduğun bireyi tanıyabilesin." (s.133)

"Aydınlanma ulaşılacak bir şey değil, yalnızca yaşanacak bir şeydir. Aydınlanmaya ulaştğımı söylediğimde, yalnızca onu yaşamaya karar verdiğimi kastediyorum... Ve o günden beri de onu yaşıyorum. Bu, sorun yaratmakla ilgilenmediğinde vereceğin bir karardır, hepsi bu. Tüm bu sorun sorun yaratma ve çözüm bulma saçmalığını bir kenara bıraktığında vereceğin bir karardır." (s. 137)

"Ego boşlukta var olamaz, savaşacak bir şeye ihtiyaç duyar. Hayal gücünün bir hayaleti bile iş görür, ama ego bir varlık değil, bir gerilimdir. Ne zaman çatışma olsa gerilim artar ve ego var olur.; çatışma olmadığında gerilim kaybolur, ego da öyle. Ego bir şey değil, yalnızca gerilimdir. 
Ve elbette kimse küçük gerilimler istemez, büyük gerilimler ister. Kendi sorunların yetmiyorsa insanlığı, dünyayı ve geleceği düşünmeye başlarsın..." (s.138)

"Eksik bıraktığın her şey rüyalarında tamamlanır; yaşamadığın her ne varsa sürüncemede kalır ve kendini zihinde tamamlar -rüya budur. Bütün gününü düşünerek geçirirsin. Düşünmek yalnızca yaşamak için kullandığından daha fazla enerjiye sahip olduğunu gösterir; sözde hayatının ihtiyaç duyduğundan daha fazla enerjiye sahipsindir.
Gerçek hayatı kaçırıyorsundur. Daha çok enerji kullan. O zaman taze enerjiler akmaya başlar... Endişe, sorun, kaygı, tüm bunlar tek bir şeyi işaret eder: doğru yaşamadığını, hayatının bir kutlama, bir dans, bir festival olmadığını. Dolayısıyla tüm sorunları.
Yaşarsan, ego kaybolur. Hayat ego tanımaz, yalnızca yaşamayı, yaşamayı, yaşamayı bilir." (s. 141)

"Hayat sıkıcı değildir, ama zihin sıkıcıdır. Ve etrafımıza öyle bir zihin öreriz ki Çin Seddi gibi güçlü bir zihin, hayatın içimize sızmasına izin vermez. Bizi hayattan koparır." (s. 159)

"Eşin, kocan, çocukların -kimse sana ait değildir. Hepsi insan ürünü, isteğe bağlı ilişkilerdir; çocukların bile sana ait değil. Onun senin aracılığınla gelirler, sana ait değiller. Sen geçmişe aitsin; onlar geleceğe ait. Hiçbir bağlantı yok, hiçbir ilişki yok; dolayısıyla insan zeka seviyesini arttırdıkça, kuşaklar arasında büyük bir uçurum oluşmuştur." (s.174)

25 Haziran 2014 Çarşamba

Bir intihar yöntemi: Yemek, yemek, daha çok yemek, hep yemek!

"Şekeri hayatımdan çıkardım.
6 aydır pizza yemiyorum.
Patates kızartmasının tadını unuttum."

Bu cümleleri kuranlar benim için hayatta çok büyük bir şeyi başarmış insanlar. Onların motivasyonunu, nasıl böyle olabildiklerini çok merak ediyorum. Hani aya çıkan insana olan hayranlık, şaşkınlık misali...


İçimdeki neyin boşluğuysa yemek yemek vazgeçilmezim. Belli periyotlarla canım hamburger, çiğ köfte, soslu soğanlı dürüm, pizza çeker. Tatlıyı ise her koşulda! Şunu biliyorum yeme alışkanlığın hep bunların üzerine kurulmamalı ama bunlardan mahrum bir hayat da benim için çekilmez. Neyi, ne zaman, nasıl yediğine dikkat etmek lazım. Yasaklamakla olmuyor.

Hele bizim gibi günün 8-9 saatini bilgisayar başında oturarak geçiriyorsa insan günlük 2 saatlik spor bile yetersiz. O zaman iş beslenmeye kalıyor. Niye buna taktım. Günlerdir öyle bir yiyorum ki... Kendime şaşırıyorum. Neyse ki yedikçe aşırı kilo alan biri değilim ama beslenme şekli bile öyle rahatsız ediyor ki! Üstelik yaş 35'e yaklaşırken artık silkenlenmek de lazım sanki, metabolizma ne olursa olsun yavaşlıyor. Bir şeyleri değiştirmezsek gidişat kötü...


Aslında beslenme/egzersiz paradoksunun en güzel özeti aşağıda anlattığım hikayede gizli... At kadar koşmadığımıza göre geriye işin beslenme bacağı kalıyor... Buyurun hikayeye:

Pilates eğitiminde spor psikolojisi, sporcu beslenmesi eğitimini vermek üzere sarışın, kıvırcık, kaynak mı kaynak bir kadın tanıdım! Ankara Üniversitesi'nden Neşe Şahin Özdemir. Önce gayet tersti, tanrım herkesi bozuyor, havalı mı havalı... Ama ben ondaki ışığı fark ettim ve dedim ki "bu kadın çok kafa dengi!" Gerçekten de günün sonuna doğru herkes dediğime geldi.

Bir kere kafa geleneksel şekilde işlemiyor, elalem ne der kaygısı yok, on numara!

Eğitimde konu sporcu beslenmesi ve bir hikaye anlattı, bayıldım...

Bir organizasyon için Erzurum'a gidiyor. Erzurum'da yaşayan oralı bir profesörün de olduğu bir yemek organizasyonu var. Bizim hatun et söylüyor, Erzurum'da başka ne yenir diyerek... Profesör ise salata... Şaşırıyor, diyor ki: "Hocam etin en iyi olduğu yerdesiniz ve salata yiyorsunuz???" Profesör: "Diyet yapıyorum" diye karşılık veriyor. Zeki hatun, cevabından belli... "Hocam ot yiyerek zayıflanmaz... Bakın doğaya. Koyunlar, inekler, hepsi ot yiyor, ama hepsi yağlı hayvanlar; bir de etçillere bakın aslanlar, kaplanlar, etcil kuşlar, kartallar, şahinler, hepsi çevik, yağsız hayvanlar. Demek ki ot yiyerek zayıflanmaz."

Profesör hak veriyor ama kafası da karışmış, en sonunda buluyor vurulacak yeri: "Peki ya atlar? Onlar da otla besleniyor?" Bizim hoca da az değil tabi: "Hocam at kadar koştuktan sonra ne isterseniz yiyin."

*Görseller internetten, kaynağa maalesef ulaşamadım.

22 Haziran 2014 Pazar

En kötü anne, "anne" olacağım diye kendini unutmuş annedir...

Üniversite yıllarımdaki "gezerim, okurum, eğlenirim ama sınavları da iyi derecelerle geçerim, hem dersleri kaçırmam, hem üniversite şenliklerini, çimlere yayılmaktan da vazgeçmem" hallerim herkesin diline dolanmıştı bir ara. En ön sıraya oturup hocanın ağzından her çıkanı yazan bir tip değildim, aksine derslerde son derece ilgisiz görünür, sınava dakikalar kala herkes çalışırken goygoyla vakit geçirirdim. Dolayısıyla yüksek notlar almam çok dikkat çekiyordu. Çünkü ön sıra güzellerini bir kafede, barda, okulun çimlerinde görmek zordu. Oysa ben hem bunları yapıp hem de iyi ortalamalar tutturuyordum. "Senin kadar sosyal inek görmedim" derdi bir arkadaşım.


O yıllarda "şimdi iyi amaaaa çalışma hayatına girince anlayacaksın hanyayı, konyayı" gibi çok bilmişlerin default cümlelerine maruz kalıp "Allah Allah bu iş hayatı insanın canına okuyor demek ki" diye düşünürken kendimi iş hayatında bulmamla hiçbir şeyin değişmediği aksine kendime daha çok zaman ayırabildiğim bir süreç de başlamış oldu. Ne de olsa artık hazırlanması gereken ödevler, bekleyen final sınavları da yoktu. Sabah kalkıp spor yapmak, akşamı arkadaşlarla geçirmek, kaçta yatarsam yatayım, ne kadar üzgün olursam olayım kendimi salmayan hallerim, makyajım, ojelerim... Bu sefer iş hayatındakilerde "evlenince bunlarla uğraşamazsın, pihuuu evin işleri, yemek, kocan derken, zor o işler" cümleleri başladı.

Ama üzgünüm yine öyle olmadı. Evet evim var, kocam var, ama ne sporum, ne süsüm püsüm, ne gezmelerim, ne de kişisel zevklerimi, evlendim artık buna vakit ayıramıyorum cümlesiyle kurban etmiyorum.


Ve şimdi geldiğim nokta: Çocuk olunca bunları zor yaparsın, çocuk olana kadar hayatını yaşa, sonra bütün hayatın çocuk olacak! Üzgünüm, o kadın ben değilim!

Bir kere şunu biliyorum, çocuk anne karnına düştüğü andan itibaren arada öyle bir organik bağ oluşuyor ki, anne mutsuzsa, halinden şikayetçiyse o bebeğin mutlu olması çok zor. Doğup büyüdü, süt vermeye başladın, her an yanındasın, kurduğun her cümle bilinçaltında bir şeyler oluşturuyor ve sen farkına varmasan da onun birey olarak gelişiminde hep bunlar yer ediyor. Ben kendi adıma "seni doğurdum ama bütün hayatımı, mutlu olduğum, beni ben yapan şeyleri senin için çöpe attım" diyen bir anne istemezdim. Bu biraz da gelecek günler için bir pazarlık değil midir? Ben sana saçımı süpürge ettim, bir gün sıra sana gelecek...

Çocuğun olduysa gezemezsin, dışarı çıkamazsın, işte olmadığın her an çocuğunun yanında olmalısın... Yaptığın her şeyi çocukla yapmaya devam etsen bu sefer de ayıplar, çocuğu perişan ediyor derler... Yanlış anlaşılma olmasın, eğer ki durum tercihlerin değişmesinden ibaretse söyleyecek bir şeyim yok. Hani arkadaşlarımla gezmek değil, çocuğumla olmak istiyorum diyene tabi ki saygı duyarım ama kahretsin arkadaşlarımla olmak istiyorum ama çocuk buna bir engel derseniz, burada çocuk değil siz suçlusunuz.

Lise yıllarımdan sevdiğim bir arkadaşımın bir yaşlarında bir bebeği var, durup durup facebooktan yazıyor bana. "Sana öyle özeniyorum ki, çocuk oldu hayatım bitti, ne güzel yiyip içip geziyorsun" diyor. Diyorum ki "e bu çocuk sadece senin mi, bırak babasına, sen de biraz kendine zaman ayır", hararetle karşı çıkıyor: "Babası hayatta bakamaz!!!" Kabul etmiyorum... Kimse anne ya da baba olarak doğmuyor, annelik içgüdüyle yapılıyorsa, babalık da öğreniliyor. Ve evet, güvenip sorumluluk vermediğiniz birinden kendiliğinden başarılı bir icraat beklemek çok çok saçma!


Danimarkalı bir kızla evli Türk bir tanıdığım var. Biri 1.5 yaşında, diğeri 6 aylık iki bebekle Avusturalya'ya gezmeye gidiyorlar. Hiçbir zaman 'aman çocuk da perişan olur' diye bir şey yok. Zaten olmuyor da. Öyle yetiştirmişler, alıştırmışlar. Biz de sadece 8 saatlik yola dayanamaz diye deniz kenarındaki yazlığına gitmeyen aileler var. Halbuki neye alıştırırsan o oluyor. Sonra mutsuz aileler, hayatlarındaki her şeyi o çocuklara göre programladığı için dünya kendi çevresinde dönüyor zanneden tatminsiz çocuklardan oluşan bir toplum halini alıyoruz.

Hariçten gazel okumak istemem ama bir gün cesaret edip bir junior dünyaya getirdiğimde, kendi olmayı ve kendi kalmayı başaran bir anne olacağım! Bunu da buraya not düşmek istedim...

*Görseller internetten alıntıdır, kaynağına maalesef ulaşamadım.

19 Haziran 2014 Perşembe

Haziran ajandasından seçmeler

Buraya yazmamam okumadığım, izlemediğim, kısacası hayatımı dondurduğum anlamına gelmiyor. İşte son zamanlarda okuduklarım, izlediklerim, hayırladığım mekanlar...

Kuklacı Çocuk: Çarpıcı bir İkinci Dünya Savaşı hikayesi. O yıllarda Yahudi bir kuklacı çocuk ve bir Alman askerinin savaş ve sonrasındaki öykülerini ve daha sonra bu iki hayatın yıllar sonra kesişmesini okuyacaksınız. Hikaye gerçekten güzel, etkileyici. Ammavelakin... II. Dünya Savaşı, Nazi zulmü, Yahudi soykırımı ve arkasındaki subliminal "Yaşasın Amerika" mesajlarından artık sıkılmadık mı? Ben sıkıldım... Evet belli ki bu hikayeler iyi satıyor, filmi, kitabı, belgeseli derken büyük mü büyük bir kitle bundan ekmek yiyor. Kimseye yeter artık yazmayın, filmini çekmeyin diyemeyiz ama dünyada ne sarsıcı olaylar, ne katliamlar var ve hiçbirinin altı bu kadar kalın ve defalarca çizilmiyor. Güçlü kimse, onun mağduriyeti en fazla sanki (tanıdık geldi mi)... Eğer ki sıkılmadım, defalarca bu hikayelerden okurum derseniz buyurunuz.

Bu kitabı okurken yarıda bırakıp iki kitap daha bitirdim. Sonra kaldığım yerden devam ettim.

Kuantumun Gücü: Kitap geldiğinde dayanamayıp kıyıda köşede, bulduğum her fırsatta okudum bu kitabı. Tavsiye etmelik kitaplarımdan biri. İste-olsun, mesajlı, kişisel gelişim kitapları içerisinde bence temel sayılabilecek bilgilerle başlıyor. Ben de bu aleme dalmak, kendimi geliştirmek istiyorum derseniz bu kitapla iyi bir başlangıç yapabilirsiniz. Temel fizik kurallarını anlatarak başlıyor bir kere bu da benim gibi somut örnekler, kanıtlar isteyen biriyseniz aklınıza mantığınıza yatırarak kuantumun gücünden bahsediyor. Bu kitabı bir kez daha okuyacağım, o zaman daha detaylı paylaşmayı düşünüyorum. 

Çırılçıplak Aşk: Okumayı seven kız grubuyla "kitap günü" yapmaya karar verdik. İlk toplaşmamızda herkes okuyup beğendiği bir kitabını getirecek, sonra kitap grupta dönecek, herkes her kitabı okuyacak ve gün tamamlanacak. Benim şansıma Aret Vartanyan'ın Çırılçıplak Aşk'ı düştü. Aret Vartanyan'ın ciddi fanları var, sosyal medyada çok aktif ve güçlü bir isim, karizmatik bir adam olması da bu tarz kitapların hedef aldığı belli bir yaşa gelmiş-eğitimli kadınlara hitap etmesi açısından bir artı daha sağlıyor. 

Aşk ve ilişkiler üzerine ideal olanı anlatan, ilişkiyi güzelleştirmeyi amaçlayan bir kitap olmuş. Belki ilişkiler üzerine en az kafa yorduğum bir dönemimde olmamdan beni çok açmadı. Ama bu konuda bir arayışınız, soru işaretleriniz varsa iyi gelebilir. 

Rush: 1970'lerde Formula 1 pilotu olan iki adamın öyküsünü anlatan bu film afişiyle bile bir "erkek" filmi imajı uyandırabilir. Gerçekten de film bittiğinde Mr. Balmy benden daha çok etkilendi. Filmin gerçek bir hikayeden uyarlanması, anlatımındaki güzellik filmi her kitleye hitap eden bir hale getirmiş. Filmin uzunluğu da makul. Tavsiye...

Sagaris Meyhane: Çayyolu Alacaatlı yolu üzerinde bir villanın bahçesi ve alt katı Sagaris Meyhane olarak hizmet veriyor, üst katında sahipleri yaşıyor, evin hanımı mutfağa girip tek tek yemekleri, mezeleri yapıyor, nefis dekorasyonlu bir bahçede, çimlerin üzerinde yiyip içip sohbete dalıyorsunuz. Canlı müzik biz gittiğimizde tıngır mıngır içeride çalıyordu, biz o caanım bahçeyi bırakamadık o yüzden müzik konusunda çok fikrim yok, haftanın üç günü üç farklı grup müzik yapıyormuş ve daha önce gidenler müziğin güzel olduğunu söylüyor. Mekan sahibesi masa masa dolaşıp hatır soruyor. Çayyolu bize biraz uzak ama yine de arada kaçmalık güzel, sırf çimen üzeri masalar bile yeter...


Yolluk Park 17: Meyhane deyince aklınıza minicik salaş masalarda lezzetli meze, tıngır mıngır bir müzik ve koyu bir arkadaş sohbeti geliyorsa, bu yer de evinize yürüme mesafesindeyse aradığınızı buldunuz demektir. Çoktan bilinen, keşfedilen bir yer olsa da ben ilk kez gittim ve bayıldım. Fiyatlar makul, mezeler şahane, ciğerini ben yemesem de yiyenler bayılıyor. Ayrancı pazarının arkasında. Gidin, yiyin, için, güzelleşin.


Pizza il Forno: Benim gibi İtalyan yemekleri, pizza delisiyseniz, çok eski olmamasına rağmen Ankara'nın bu güzide pizzacısını duymamaya imkan yok. Standart pizzacıların fiyatına, fırında özel olarak pişirilen İtalyan işi pizza yiyorsunuz, salatalarına bayılıyorsunuz. Yemek sonrası tatlı niyetine nutella pizzası ve hatta tiramisu yiyorsunuz. Tıka basa doyup ertesi gün akşama kadar bir şey yemek istemiyorsunuz ve sonuç eve bile sipariş verebiliyorsunuz! Çankaya Yıldız'da minicik ama şirin, kaliteli ve çoktaaannn namı alıp yürümüş bu pizzacıyı keşfetmeyen kalmasın!

17 Haziran 2014 Salı

Hacettepe mezunu, bütçe uzmanı, finans yüksek lisanslı ve artık pilates eğitmeni: İlke!

"Meslek" dediğimiz şey, bilinçsizce üniversite tercihi yapıp okulu bitirip hasbelkader bir iş bulup para kazanmak uğruna mutsuz yaşamak, katlanmak, haftasonunu beklemek, her pazar gecesini hüzünle geçirmek, yazın yapılacak en fazla iki haftalık tatil için tüm yıl çalışmaktan mı ibaret?

Bir süredir bunu sorguluyorum, burada da yazmıştım.


Bence çağımızın meslek anlayışı bu değil. Öncelikle sevdiğin, ilgilendiğin bir şeyi meslek seçmelisin, ki bu ülke şartlarında zor, kabul. Öyle ya da böyle bu alanda kendini geliştirmek için ciddi zaman, emek, para harcamalısın. Gerçek mesleğini hayatına tamamiyle entegre etmiş olmalısın, o mesleğin gerektirdiği, getirdiği gibi yaşamalı ve bundan da son derece memnun olmalısın. Hiçbir zaman tamam oldum deyip durmamalısın ve mesleğin için yaptığın hiçbir fedakarlık sana yük gelmemeli. Bence işinde parlayan insanların sırrı bu... Daha zeki, yetenekli, paralı olmaları değil.

Evet ben de üniversite tercihimde popüler bir okulun, popüler bir bölümünü, sadece bu kriterlere göre tercih ettim. Bu okulla bağlantılı bir işim var. Çok şükür, sorunlu, çalkantılı bir iş hayatım yok. Ama üzerimde iyi durmayan bir elbise gibi daha çok...

"Benim mesleğim ne?" diye sorduğumda herkes sporla ilgili bir şey olmalı diyordu. Bense reddediyordum. Ama buna uykumdan, sevdiklerimle geçirdiğim zamandan, keyif saatlerimden feragat ederek ciddi zaman, emek ve para harcıyordum. Yıllardır çok olağandışı bir şey olmadıkça spor yapmayı hiç bırakmadım, benim düğmeme bir bassalar 10 saat durmadan spordan konuşabilirim. Yani aslında meslek tarifime bire bir uyuyor. Ama nedense "ben yaptırmayı değil, yapmayı seviyorum" diye ezberden bir cümleyle bu konuyu kapatıp arayışlarıma devam ediyordum.


Ta ki önüme Türkiye Cimnastik Federasyonu'nun pilates eğitmenlik ilanı düşene kadar... Aslında eğitimler, seminerlerden haberim oluyordu ama diyordum ki "onca beden eğitimi, spor akademisi mezunu var, sümme haşa ne haddime!" Ama sonra bir deneyeyim bakayım dedim, olursa olur, olmazsa 2 hafta sevdiğim bir şey için çabalamış olacağım... Sonra acaba nasıl olur diye bir melek kartı çektim, bu çıktı: Başardın!


Gerekli işaret de gelmiş oldu. İşe girip yüksek lisansı tamamladığımdan beri bir şeyi başarmak için çalışmamıştım. Ne kadar stresli de olsa tadına doyulmaz bir şeymiş, bir kez daha anladım.


Ankara Arena'da ilk hafta uygulama ile geçti, Murat Göktaş, İbrahim Gürbüz ve Nihan Şahingöz hocalarla matten, reformera, oradan beş kişilik gruba eğitmenlikle neredeyse yemeden içmeden çalışıp durduk. Uygulamanın teoriği de bir hayli ağırdı, Mr. Balmy'nin uzun bir seyahate çıkması da şansıma denk geldi, akşamları eve gelip uzun uzun ders çalıştım. Uygulamanın teorik sınavı test olmasına rağmen bir hayli çeldirici soruyla doluydu. Uygulama sınavı ise çok çok heyecanlı... Toplamda 4 aşamalı sınavın iki aşamasında matte ve reformerda hareket serilerini yaparak diğer iki aşamada da mat ve reformerda eğitmenlik yaparak sınavı tamamlamış olduk.


Bunun için de kızları spor salonunda toplayıp bir güzel eğitmenlik pratiği yaptım, sonra da onları başıma dikip hareket serilerini doğru yapıp yapmadığımı test ettirdim. Gerçekten o günün sınavı geçmemde çok büyük etkisi var.



Sonraki hafta daha sakin geçti. 19 Mayıs Stadyumu içindeki cimnastik salonunda teorik derslere katıldık. 8 yaşındayken cimnastik macerası için gittiğim salona 25 yıl sonra gitmek güzeldi. İkinci hafta hem ilk haftadaki gibi stresli bir ortam yoktu, hem de kaynaşıp bir sürü arkadaş edinmenin rahatlığıyla tatilde gibi geçti, sanki 1 yıl geçmişcesine uzaklaştım gündelik hayatımdan...

Köln'den bu belgeyi almak için gelen bir arkadaş vardı, Almanya'da eğitmenlik belgesini almak için 3 yıl kursa devam etmek gerekiyormuş... Eğitmenlik yapmak istediği, onu da geçtim BESYO mezunu olduğu halde hayatında reformer makinesini görmeyeni, "gelmeden önce bir arkadaşım 3 gün pilates yaptırdı, öyle geldim" diyeni, pilatesi büyük top zannedeni... Ülkemizin eksiği o kadar çok ki buna bir şey diyemiyorum, sonuçta federasyon eldeki imkanlarla olabileceğin en iyisini yapıyor bence.


Bu sürecin sonunda sınavları geçtim ve eğitmen oldum. Sonuçta bir işim var, eğitmenlik yapabilir miyim bilmiyorum ama emek verdiğim bir şeyi başarmanın hazzını yaşıyorum. Olan oldu, biten bitti, hiçbir zaman demeyeceğim, kendimi geliştirmenin, beni mutlu edenin peşinden gitmeye devam edeceğim.