30 Mayıs 2013 Perşembe

Atmak mı, biriktirmek mi?


Güzel yazılar yazan ve sevdiğim bir kız olan Zillosh şöyle yazmıştı bir yerde: Kadınlar ikiye ayrılır: Atıcılar ve biriktiriciler. Genellikle her kuşak bir öncekinin tersi olur diye de eklemişti. Yani bir tarafta eski kıyafetleri, kapağı kırılmış şekerliği, plastik yoğurt kaplarını at(a)mayıp bir gün lazım olur diye saklayanlar, öte yanda kullandığı şeyler haricinde lazım olmadığını düşündükleri her şeyi kıyıp mezarlığa yollayanlar.

 

Ben biriktirme işini hiçbir zaman beceremedim. Hele ki arada bir cinlerim tepeme bir çıkar, atmamam gerekenleri de atar, lazım olunca da atmasaydım diye yakınırım. Arkadaşımın doğum günü hediyesine iliştirdiği notlar, ilkokul defterlerim, yılbaşı, bayram kutlamak için çocukken birbirimize yolladığımız kartlar... Hiçbir şey yok elimde. Bu huyumu da annemden almışım yani nesilde bir değişiklik olmamış. Hatta benim baş atıcı annem sayılırken şimdi onun evine gittiğimde kendi kendime bu evde atılacak ne çok şey var diye düşünüyorum.



"Fazlalıkları atın ki hayatınızda yenilere yer açılsın" düsturundan hareketle atıcılık iyidir diyorum ama öte yandan o biriktiriciler de bazen sakladıklarından ortaya öyle şeyler çıkarıyor ki o zaman işler değişiyor.



Ben de bu görsellere zaman zaman bir yerlerde rastlayıp çok sevmiştim ve saklamaya başlamıştım ama yine bu aralar eskileri atıp ruhumu havalandırasım geldiği için atmaya kıyamadıklarımı buraya koyayım böylece işlevlerini tamamlasınlar istedim.

 

*Görsellerin tamamı çeşitli internet sitelerinden alıntıdır.

28 Mayıs 2013 Salı

Bu dünyaya, bu dünyanın şahidi olmaya geldim!

Bir gün transformal nefes koçu olan can arkadaşım Demet bana şak diye bir soru sordu: "Çocukluğunda en mutlu olduğun anlardan birini söyle." Hemen zihnimde o anı hatırladım ki genellikle insanlar bu anı öyle kolay kolay hatırlayamazmış: Annem, babam, ablam ve ben yolculuktayız, yol kenarında mola vermişiz, ekinler ablamla benim belimize geliyor, tatlı bir rüzgar var, güneşli bir gün, biz o ekinlerin arasında koşuyoruz, içlerine saklanıyoruz, yuvarlanıyoruz, bir yandan da bağırıyorum: "Babaaaa çok mutluyum!"


O soru ve arkasından yaşadığım aydınlanmayla anladım ki, daha kendimi bilmezken bile, başka bir yerlere gitmek, yeni yerler görmek, yapmadığımı yapmak beni bu dünyada en mutlu eden şey.

Gerçekten de birkaç ay içinde yaşadığım rutin hayatı bırakıp bir "değişiklik" yapmazsam huysuz, melanet bir şey olup çıkıyorum. Kışın iş yoğunlukları, soğuk havaları derken havalar güzelleşip işte de biraz gevşeyince bana buralar batmaya başladı iyiden iyiye.

Hemen bir organizasyonla haftasonu için bir tur ayarladım. Mr. Balmy de kattım yanıma.

Tur denilince genellikle yaşlıların katıldığı, pekçok insanı da açmayan bir organizasyon gelir hepimizin aklına. Hatta benim tura şiddetle karşı olan tanıdıklarım bile var. Gerçekten de yaş ortalaması düşük bir tura pek rastladığımı söyleyemeyeceğim. Hatta bir erkeğe zaman zaman 10 kadının düştüğü haller de vardı. Ancak şöyle bir gerçek var ki, hem ekonomik açıdan oldukça cazip fiyata ulaşım, konaklama ve gezme işlerini hallediyorsunuz, hem tüm sorumluluğu başkasına bırakarak kafa dinliyorsunuz, hem de o geziler sırasında gerçekten çok farklı insanlarla karşılaşıyorsunuz. Bunun yanında nereye gidip ne kadar kalacağınıza, hatta zaman zaman nerede ne yiyeceğinize siz değil onlar karar veriyor. O yüzden ben şöyle bir yol izlemeyi tercih ederim: Önce turla bir yerlere gidip keşfe çıkarım daha sonra çok beğendiğim yerlere kendi imkanımla yeniden giderim.

İşte bu haftasonu biz Ankara'nın önemli tur şirketlerinden biri olan Tempo Tur ile Poyrazlar Gölü-Acarlar Longozu-Maden Deresi ve Konuralp turlarına katıldık. Şunu belirtmek isterim ki gittiğimiz yerlerin bu kadar güzel olabileceğini çok tahmin etmiyordum. Ama gerçekten hayran kaldım.





Sabah yola çıkıp öğlene Sakarya merkezde aldık soluğu ve öğlen yemeği için 101 yıllık meşhur köfteci Mustafa'da ıslama köfte-piyaz ziyafeti çektik. Esnaf lokantası mantığında çalışan, makineleşmeyi tercih etmeyip kömür ateşinde köftelerini pişiren, isteyene manda yoğurdu, ayranı da veren ve baharatlarına kadar özel seçim yapan bir işletme ve üçüncü kuşaktan sahipleri de oldukça misafirperver.






Arkasından ikinci durak Poyrazlar Gölü oldu. Anladım ki Abant Gölü filan hikaye! Yeşil, mavi, gölde onlarca hayvan, dev ağaçlar... Yalnız gezdiğimiz yerlerdeki en büyük acı mangalcıların istilası oldu ki, ne yazık ki Poyrazlar da Adapazarı Merkez'e yakın olması dolayısıyla beyaz atletli, pijamalı mangalcı abilerden bolca nasibini almıştı. Ancak haklarını yemeyeyim büyük bir kirlilik gözüme çarpmadı. En azından korusunlar o da yeter. Göl kıyısında biraz yürüyüp biraz ayaklarımızı toprağa basıp biraz da göldeki hayvanları inceledikten sonra bu kez rotayı Acarlar Longozu'na çevirdik.













Longoz "ormandan çıkan su" anlamına geliyormuş. Acarlar'daki bu su da tamamen yeraltı su kaynaklarından oluşuyor, nilüferlerle kaplı ve Sakarya Nehri ile birleşiyor. Longoz üzerine tahta köprüden bir yol yapılmış, longozu izleyerek yolda yürüyüş yapabilir ve fotoğrafa meraklıysanız harika kareler yakalayabilirsiniz. Sonrasında longoz üzerinde kısa bir tekne turu yapma imkanınız da var hatta isteyenler deniz bisikleti de kiralayabilir. Ördekler, nilüferler, ağaçlar, mis gibi çiçek kokuları bahar aylarında daha bir ruhumuza işledi.




Ardından istikamet Sakarya Nehri'nin Karadeniz'e döküldüğü Karasu oldu. Sahilde biraz oturup midye kabukları topladık, ardından devasa çınarların gölgesinde çay içtik.

Akşam Karasu'daki Carpe Diem Diamond Hotel'de konakladık. Otelin temizliği, konumu, akşamki eğlencesi gerçekten güzeldi ancak yemekler için maalesef aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Çeşit son derece kısıtlıydı, bununla birlikte örneğin kahvaltımızı bitirince meydana poğaçalar, simitler çıktı. Ancak maksat gezmek olunca otele çok takılmamak taraftarıyım ben.













Pazar sabahı erkenden Maden Deresi'ne doğru yola çıktık. İşte burası daha sonra gidilecek yerler listesine eklendi bile!

Osmanlı zamanında Fransızların işlettiği bir maden bulunuyormuş bu bölgede. Daha sonra çekildiklerinde madeni patlatıp gitmişler. Gürül gürül bir dere akıyor, devasa çınarların gölgesi nefis bir serinlik veriyor. Sadece kuş ve su sesi geliyor kulaklara. Gözlere ise boşluksuz bir yeşil. Biraz engebeli bir yürüyüş sonrası madenin içine giriyoruz. Orada da maceralı ve karanlık bir tünelden geçiyoruz. Aslında ikinci bir tünel ve devamında da bir şelale olduğunu öğrendik ama onlar için özel kıyafetler ve ekipman gerekiyormuş. Burada ayrıca bungalov kiralama şansınız da var, ayrıca bir restoran da mevcut. Şöyle bir şey hayal ettim: Bu bungalovlardan kiralayıp birkaç gün buraya kafa dinlemeye gelip bol bol yürüyüp, bol bol doğayla baş başa kalıp meditasyon yapmak, kitap okumak, derede yıkanmak, şelaleye gitmeye niyet ediyorum! Tabi mümkünse bunu hafta içi yapmaya da niyet ediyorum. Çünkü öğlene doğru oradan ayrılırken yine mangalcılar, yine çoluk çocuk, toplar, gürültü patırtı, hengame başlamıştı bile.




Sonra Melen Çayı'nın Karadeniz'e döküldüğü yerde küçük bir mola verdik. Su her şeyi, her yeri nasıl da farklı kılıyor!





Ve bir sonraki durak Akçakoca oldu. Tarihi Ceneviz Kalesi'nden sonsuz maviliği seyredip öğle yemeğinde rakı-balık sefası için şehir merkezine indik. Akçakoca'da alkollü restoran iki adet bulunuyor, birisi Piri Reis, diğeri ise Baraka. Biz konum itibariyle denize daha yakın olan Piri Reis'i tercih ettik. Kalamar-salata ve taze olması dolayısıyla istavrit ve mezgit tava söyledik. Yanına da iki kadeh rakı... Personeli on numara olan bu restoranda, liman kıyısında, denize nazır, hafif esintiyle sohbet muhabbet... Bu anlar hayatın güzel olduğunun altını kalın çizgilerle çiziyor bence.





Son olarak Konuralp'e gittik ve şaşırdım kaldım. Burada Kuzeybatı Anadolu'daki ayakta kalan tek antik tiyatro bulunuyor ve Konuralp'in bir de müzesi var, arkeolojik eserler sergileniyor ve oldukça iyi korunmuş, çok sayıda eser bulunuyor. Oradaki görevli arkeolog hanımın söylediğine göre bu çıkarılanlar sadece yüzey kazılarında elde edilenlermiş ve derinlerde kazı henüz yapılmamış. Üzerinde yaşadığımız topraklar ne kadar zengin, ne kadar büyük bir mirası taşıyor aslında bünyesinde...


Hep derim ki insan kendini mutlu etmeyi, iyi etmeyi bilmeli. Şikayet edecek çok şey var, mesele mutlu olabilmeyi, kendimize neyin iyi geldiğini bilmekte. O halde işler kötüye gittiğinde iyi gelene sarılmak gerek! Bu bazen bir insan, bazen bir kitap, bazen bir yer olabilir! Para, zaman hiçbir zaman bahane olmamalı. Gezmek, yeni yerler görmek benim ruhuma iyi geliyor. Sağlığım, ömrüm, param, zamanım elverdiği müddetçe ben hep varım. İhsan Oktay Anar'ın dediği gibi: "Yaşanılanlar, görülenler ve öğrenilenler ne kadar acı olursa olsun, macera insanoğlu için büyük bir nimetti. Çünkü dünyadaki en büyük mutluluk, bu dünyanın şahidi olmaktı."





22 Mayıs 2013 Çarşamba

Sevdiğim erkeğin geyşası olurum derken bir daha düşünelim!

Lise son sınıf ile üniversitenin ilk yılının gönlümde bambaşka bir yeri vardır. Belki de hayattaki ilk büyük aşılması gereken engeli rahatlıkla aşmanın güzelliğidir bu. 18-19 yaşlarım beni ben yapan, ruhumda, aklımda, fikrimde büyük aşamalar kaydettiğim yıllardı bana göre. Bunun nedeni  belki de hayatımda en çok okuduğum dönemler olmasıdır.

Bilgisayar evlerimize yeni yeni girmiş, internetle tanışmışız ama ne büyük bir derya olduğu hakkında çok fikrimiz yok, internet sadece chat yapıp arkadaşlarımızla ücretsiz yazıştığımız bir mecradan ibaret o zamanlar. O yüzden de internetten kitap sipariş etmekten filan da haberimiz yok, kredi kartını sadece iş güç sahibi adamlar kullanıyor zaten.

Bu nedenlerle kitap alışverişleri babanın kefilliğinde üye olunan kitapçıların kendi hesabında taksit yapmasından ve bizim de her ay gidip kitapçıya o taksiti ödememizden ibaret. Çok fazla okuyunca da haftada birkaç kez kitapçının yolunu tutmak işten bile değil, öyle ki bir ara kitapçıda çalışan bir "abi"ye aşık olmuşluğum bile var!


İşte o dönemlerde "çok satanlar"da bir kitap duruyor, "Bir Geyşanın Anıları". Uzun zaman o kitapla bakıştım durdum. O zamanki aklım, fikrim ve "geyşa" kelimesi geçince insanların yüzünde oluşan imalı sırıtışlar nedeniyle kitabın sadece erotik anılardan ibaret olduğu hissine kapılmıştım. O yüzden elime bile alıp incelememiştim ama bir yandan merak etmiştim, nedir bu geyşaların hali diye.

Gel zaman git zaman bu kitabın filmi çekildi, aslında geyşaların bizim anladığımız anlamda kadınlar olmadığı vurgulandı, Uzak Doğu kültürüne semaptim arttı derken geçenlerde internetten kitap alışverişim sırasında ben bu kitabın indirime girdiğini görüp seneler öncesinin bir telafisini yapmak istedim.

Neyle karşılaşacağız derseniz, akıcı bir romanla, ilginç bir kültürle ve yaşamöyküsüyle karşılaşacaksınız derim. Yalnız göz önünde tutulması gereken bazı noktalar da yok değil. Öncelikle kitabın başında Amerika'da yaşayan ve gençliğinde Japonya'da geyşa olan bir kadının öyküsünü okuyacağımız vurgulanıyor ama kitabın sonundaki notta bu öykü kurmacadır yazıyor. Büyük ihtimalle kitapta öyküsü anlatılan kadının yazara öykünün kendisine ait olmadığı yönünde dava açmış olmasından kaynaklanıyor arkadaki not.

Geyşalık bizim anladığımız anlamda "fahişelik" gibi bir kurum değil. Geyşa kelimesinin kökü Japonca'daki sanat kelimesinin karşılığı olan "gei" den geliyor. Küçük yaşlarda geyşa yetiştirilen okiya adındaki evlere verilen kızlar buradaki hizmetçilik yaparak işe başlıyorlar. Potansiyel görülenler okullara gönderilerek yetiştiriliyorlar. Müzikte, dansta uzmanlaşıyorlar, bilgili ve kültürlüler, sonsuz bir saygıyla hizmet etmek amacındalar.

Yolları çok uzun ve meşakkatli. 13-14 yaşlarında bekaretleri açık artırmayla satılıyor, bir erkek onların "danna"sı olmak isterse metres hayatı yaşıyorlar ve bunların neredeyse tamamına kendileri karar veremiyorlar, kazandıkları paranın da sadece belli bir kısmı kendilerine kalıyor.

Arthur Golden'in Bir Geyşanın Anıları kitabında Sayuri isimli geyşanın geçtiği bu yolları okuyoruz. Araya İkinci Dünya Savaşı giriyor. Savaş esnasında çekilen zorluklar ve sonrasında yaşananları da izleyebiliyoruz.

Ahlaki değerlerin, "doğru"ların zamana, mekana göre nasıl değiştiğini görüp şaşırıyoruz. Şimdi bir çocuğa tecavüz ne kadar iğrenç geliyorsa kulağımıza, o zaman bir çocuğun bekaretinin satılması toplumda saygı duyulan bir mertebeye ulaşmasına neden oluyor. Kadın haklarından filan bahsetmekse olası bile değil!

Kitapla ilgili bir eleştirim de kitabın bir Amerikalının gözünden yazılmış olmasından kaynaklanıyor. İkinci Dünya Savaşı sonrası Japonya'yı işgal eden Amerikalılar için "çok iyilerdi, bize hiç zarar vermediler" gibi bir ifade var. Yeryüzünde savaşı -haklı ya da haksız- yaşamanıza neden olan bir topluluğa bunu söyleyebilecek tek bir insan tanımıyorum! Neticede mevcut düzeninizi bozan, sevdiklerinizi öldüren, hastalandıran, sakat bırakan, açlık, yoksulluk çekmenize neden olan savaşın müsebbibi olanlara bu kadar dostça yaklaşmak... Peh diyorum!

Ben isterdim ki bu kitabı bir geyşa, olmadı bir geyşanın çocuğu/torunu yazmış olsun, o da olmadı bir Japon'un kaleminden kurgu bir hikaye olarak çıksın. Çünkü kitapta okuduğum bazı şeylerin sırf "bu insanlara ilginç gelir, bunu öyle değil de böyle yazayım" fikriyle yazıldığı hissine çok kapıldım.

Yine de ucundan kıyısından bu kültürü yakalamak için rahat okunan bir kitap isterseniz buyurun derim.

"Kişiliklerimizde su bulunan bizler, akacağımız yeri kendimiz seçmeyiz. Yapabileceğimiz tek şey, hayatımızın manzarasının bizi götürdüğü yere akmaktır." (s.161)

"Asla savaştığım adamı yenmeye çalışmam. Onun güvenini yenmeye çalışırım. Şüphenin bulaştığı zihin zafere odaklanamaz. İki adam eşittir -gerçek eşit- ama ancak eşit güvenleri olursa." (s.418)

"Felaketler şiddetli bir rüzgar gibidir. Yalnızca bizi gideceğimiz yerden alıkoymasını kastetmiyorum. Aynı zamanda bizden koparılamayacak olanlar dışında her şeyi yırtar alır, bu yüzden sonrasında kendimizi gerçekten olduğumuz gibi görürüz, olmak isteyeceğimiz gibi değil." (s.449)

"... yalnızca orada olmayana odaklanmanın tehlikelerini anlamıştım. Ya hayatımın sonuna gelsem ve her günümü hiç gelmeyecek olan bir adamı bekleyerek geçirdiğimi fark etsem ne olacaktı? Hayatım elimden kayıp giderken bile başkandan başka hiçbir şey düşünmediğim için yediğim şeylerin tadına gerçekten varamadığımı ya da bulunduğum yerleri gerçekten görmediğimi fark etmek ne dayanılmaz bir acı olurdu. Ama eğer düşüncelerimi ondan çekersen nasıl bir hayatım olurdu? Hiç yapmayacağı bir gösteri için çocukluğundan beri hazırlanan bir dansçı gibi olurdum o zaman." (s.450)

"...eğer yapığın şey için seni affedemiyorsa, senin kaderin olmadığı kesindi..." (s.541)

*Üç maymunlu geyşa görseli http://freevintagedigistamps.blogspot.com'dan, diğer geyşa görseli weburbanist.com'dan.