26 Şubat 2013 Salı

Hayat dediğin bir andır, o da şu andır!

Kendimi pek bir hafif hissediyorum bu aralar.



Nefes mucizesi midir, düzenli sporla salgıladığım endorfin hormonunun hikmeti midir, eski bol gezmeli-sohbetli günlerime dönüşümün kerameti midir yoksa hepsinin etkisi midir bilemeyeceğim. Ama kendimi iyi hissediyorum, herkes gözlerimin, yüzümün ışıl ışıl parladığını söylese de, bir dakika bile boş durmamaktan kaynaklı birazcık da yorgun hissettiğim bir gerçek.

Neler yapıyorum bu aralar, hiç çalışasım yokken işe konsantre olmaya çalışıyorum öncelikle. Sonra pilates, ağırlıklar, bosu topları ve spinning bisikletleriyle haşır neşir oluyorum. Biraz evde aklım kalarak gidiyorum spora ama sonra fiyonk olmuş bir şekilde eve dönüyorum. Bu verdiğim ara ve yuvaya dönüş (!) sonrası hep diyorum ki hayat hakikaten bir armağan, hayatımızdaki her şey de, sonra kaybedince ahlayıp vahlıyoruz! Değerini bilmek gerek!

Cuma akşamı Kapadokya'da tanıştığımız iki güzel hatunla Tunalı'da beraberdik. Yağmurlu havada mis gibi pasta-börek kokularının arasında harika bir sohbet eşliğinde yemek yedik ve aynı ekiple yeni gezme planları yaptık.

Cumartesi günü ise spor ve evdeki bazı rutin işler sonrası giyinip süslenip bu kez uzun zamandır beraber spor yaptığımız bir ekiple buluştuk. Sloganımız spor güzelleştirir, kaynaştırır, eğlendirir! Sırf birbirimizi daha sık görelim diye "gün" yapmaya bile başladık:) Her ayın 15'inden sonraki haftasonunu da birbirimize ayırdık. Bu hafta önce İran Caddesi Big Chefs'te bir şeyler yedik.




Ben Reşit Galip'teki Big Chefs'in tutkulu bir müdavimi iken İran Caddesi'ne taşındıktan sonra hiç gitmemiştim, gerçekten oradaki havayı da bulamadım. Ama yine de güzeldi. BBQ soslu tavuklu pizzasını denedim. Porsiyon çok büyüktü ve barbekü sosun tadını hemen hiç alamadım, kısacası çok beğenmedim ama sohbet harikaydı tabi.




Oradan kalktıktan sonra bu kez Filistin Caddesi House Cafe'de soluğu aldık. Orada da birer içecek ve biraz daha sohbetin ardından önümüzdeki ay için sözleştik.

Pazar günümse yine dolu dolu geçti.

Benim ortaokul yıllarım bir gariptir. Herhalde hayatımın en çok kendime güvendiğim yıllarıdır ortaokul yıllarım. Okul hayatımın da en güzel zamanlarıdır. Ne lisede, ne üniversitede o tadı yakalayamamış biri olarak iddialı bir lafla diyebilirim ki: Kral sınıftık:)

Hani gruplaşmalar olur, inek inekle takılır, yaramaz yaramazla... Bizim ilişkilerimiz öylesine farklıydı ki sınıfın en azman, en yaka silktiren çocuğunu da severdik, yıllarca sınıfta kalıp kalıp en son bizim sınıfa düşen "abi"leri de severdik, iyi anlaşırdık. Mesela ben sınıfın ineklerinden biriydim ama okulun ağzında jiletle dolaşan belalısı da can arkadaşımdı, öğretmen döveni, üç-dört yıl sınıf tekrarına kalanı da!

İşte sosyal medya sağolsun, biz birbirimizi bulduk, bir süre izlemeye aldık ve sonunda da günlerden bir gün hadi buluşalım dedik. Sonra da bunu bir gelenek haline getirdik. Her buluşmamızda da sayımız biraz daha artmaya başladı.

Ortaokul arkadaşlarımdan Pınar'ı da bu buluşmalardan sonra ayrı bir sevmeye başladım ve gördüm ki biz bir de çok yakın oturuyormuşuz, onu bir tutup bir daha bırakmamaya karar verdim!

Pazar günü Ankara Kalesi'nde kahvaltı sonrası tiyatroya gitmek üzere sözleştik. Kale'de birkaç mekan var. Zenger Paşa, Boyacızade Konağı, Ant Cafe, Ceritoğlu benim zaman zaman kahvaltıya, zaman zaman yemek yemeye gittiğim yerlerdi.

Hatta bir-iki hafta önce Umutla Ant Cafe'ye kahvaltıya gittik, manzarasına diyecek yok. Gerçekten çok güzel, geçen yıl burada tas kebabı ve mantı yemiştik, onlara da söylenecek söz yok. Ama kahvaltı deyince hayalkırıklığına uğradık. Hani "açık büfe" değil, "serpme kahvaltı" bile olsa çay dediğin sınırsız olur, ne bileyim simit ayrıca parayla satılmaz değil mi? Gayet de kötü bir hizmetle keyifsiz bir kahvaltı haline geldi. Sadece manzara var diyeyim olsun bitsin. Fiyat 14 tl ama alınan ekstra çay, simitle, bir de yumurta filan söylerseniz 30 tl'yi buluyor.





Bu hafta işi şansa bırakmamak için daha önce defalarca gittiğim ve Kale'de her zaman tek geçtiğim bir başka mekana gittik: Kirit Cafe. Ambiyans şahane. Hizmet muhteşem, doyumluk kahvaltı ve tadımlık kahvaltı olarak iki seçenek var, biri 20 tl, diğeri 17 tl. Sınırsız çay, yumurta, çeşit çeşit ekmek, ev yapımı reçel, meyve ve simit içerisinde. Bir de üstüne cumartesi-pazar günleri piano dinletisi var mıymış! Çok keyifli bir sohbet de eklenince üstüne tiyatro saati gelene kadar kalkmadık.



Ardından Altındağ Tiyatrosu'nda oynanan bir perdelik Yosunlar ismindeki oyuna gittik. Eğlenceli aynı zamanda hüzünlü bir hikaye. Aileleri tarafından terk edilmiş iki eski arkadaş birlikte yaşamaktadırlar, zaman zaman birbirlerine karşı acımasız da olan bu iki yaşlı adamın hayatına bir gün kapıyı genç bir kızın çalmasıyla değişik bir renk gelmiş olur. Aynı zamanda yalnızlık, cinsellik, yaşlılık ve hayat üzerine pek çok ders ve bunun yanında eğlenceli dialoglar ve tespitlerin de geçtiği pazar günü keyfine yaraşacak bir oyun.

" - Nurettin elmanda kıl var.
  - Elmanın kılı insanın kılından daha zarasızdır."



Oyunun dekorunu ayrıca çok çok beğendiğimi söylemek isterim. Son derece derinlikli, çok boyutlu, salona girdiğinizde insanı etkileyen bir havası var.

Ve pazartesi sabahı iş öncesi yogaya başladım, bu da yeni denemelerimden. Yaklaşık bir aydır yüz yogası ile başladığım çalışmalara en azından haftanın bir günü vücudumu da eklemek istedim.

Bir yogini olmadığın kalmıştı dediğinizi duyar gibiyim, n'apalım ben de böyle biriyim işte!

*İlk görsel internetten, kaynağını bulamadım, son iki görsel de devlet tiyatrolarının sitesinden.






21 Şubat 2013 Perşembe

"Görüyorsun değil mi? Sadece %20'lik kısmının herhangi bir durum için var olması gerekiyor, %80'lik kısmına gerek yok"

Elimdeki kitap S*ktir Et Terapi. Umut kendisine almıştı bu kitabı ama bulduğumu okumak gibi bir huyum olduğundan ben de okumak istedim.

S*ktir Et serisinin üçüncü kitabıymış bu. Daha öncekileri okumadım. Aslında çok satan listelerindeki kişisel gelişim kitaplarına karşı da yakın bir zamana kadar önyargılıydım. Sihirli değnek bu kitaplarda değil, kendimizde. Ve paradoksal bir şekilde bu kitaplar da ısrarla bunu anlatıp yazarlarını dünya çapında ünlü ve bir o kadar da zengin hale getiriyor.


Hep diyorum ya anlatılan, telkin edilen şeyler çok güzel, evet ben de bunları hayatıma adapte etmeye çalışıyorum ama "nasıl" sorusu hep boşlukta kalıyor. Bu kitapta da sorunlar güzel tanımlanmış, ne olması gerektiği iyi açıklanmış ama "nasıl" deyince "s*ktir et" diyoruz, deyip geçiyor. Genellikle Uzak Doğu felsefelerinden Qi'nin izinde ilerleyip terapi kısmında da birkaç test, birkaç egzersizi ortaya koyuyor. Başlığım da bu felsefenin benimsediği şeylerden biri. Kendinizi bir şeye %20'nizle verin, kalan %80'le daha özgür olursunuz diyor. Kulağa hoş gelse de, ne kadar mümkün bilemedim.

Yine de güzel cümleler yakaladım. Nasıl'ın yanıtını da "kendi" me dönüp bulmaya karar verdim.



"Birçok sebepten dolayı kendinize hapishane yaratıyorsunuz. Bu sebeplerden biri de kendinizi güvende hissetmek. Hiç bilmezliktense fikirlerinizi ve inançlarınızı sabitlemekten yana güven duyuyorsunuz, çünkü bilmemek sizin rahatlığınızı alıp götürüyor. Daha basit, daha tutucu inançlar insana özgürleştirici, açık ve sorgulayıcı inançlardan daha güvenli geliyor." (s.49)

"Bir uyarıcıya belli bir şekilde karşılık verdiğimizde, bu cevap ya da davranış sinir yolu şeklinde koşullanır. Aynı uyarıcıyla bir dahaki sefere tekrar karşılaştığımızda, aynı şekilde tepki gösteririz, daha sonra bu sinir yolu daha çok güçlenir. Nasıl mısır tarlasından kendimize yol yapıp o yoldan birkaç defa geçtiğinizde, yol gittikçe belirginleşir ve kalıcı hale gelir. Beyindeki yollar da tekrarlarla belirginleşir ve kalıcı olur. Bu yolların oluşturulması aynı uyarıcıyla karşılaştığınızda alıştığınız şekilden başka tepki göstermenizin mümkün olmadığı anlamına gelir. Alışkanlığın varlığı olursunuz.

Aslında, bu durum sadece benzer uyarıcıya aynı şekilde tepki gösteriyor olmamız değil. İşleme aldığımız uyarıcıyı daha önceki programlarımıza dayanarak seçiyoruz. Belirlenen bir zamandan beyin milyarlarca bilgi yağmuruna tutuluyor. Bu durumu kafanızda şöyle canlandırabilirsiniz: Canlı, hareketli, gürültülü, kokulu, sıcak ya da soğuk bir sokaktan aşağı doğru yürüdüğünüzü düşünün. Gözleriniz ve diğer duyularınızla çevrenizden birçok bilgiyi alıyorsunuz. Fakat aldığınız bu bilgilerin çok küçük bir parçasından haberdar olursunuz, büyük kısmı beyninizin bilinçsiz kısımlarına kaydedilir. Ama daha önce önce tecrübe ettiğiniz modele dayanarak gelen bilgileri süzersiniz. Daha önce tecrübe ettikleriniz arasında olmayanı muhtemelen tanımayamazsınız... Yani daha önceden neyi biliyorsak onun farkına varırız." (s.52-53)

"...hayalini kurduğunuz alternatif hayatınızı ne kadar idealleştirirseniz, sizden o kadar uzaklaşır." (s.55-56)

"Onlara ihtiyacımız yok, daha büyük bir eve ihtiyacımız yok, yeni bir arabadan vazgeçeceğim ve daha az çalışacağım." (s.57)

"Aslında bazen hapishanede olduğunu görmek duvarların yıkılmasına yeter." (s.61)

"Birileri kendi tutsaklığının farkında olup çıkmaya çalışırken, birileri hala tutsak olduğunu bile bilmez. Bir süre sonra mahkumlar hapishanede olduğunu unutur." (s.62)

"Hiç kimse korkulacak en büyük şeyin korkunun kendisi olduğunu düşünmüyor." (s.91)

"Ben, hikayem değilim. Hikayem hakkında ne kadar çok soru sorulursa, o kadar gerçek olmaya başlıyor... Ben hikayem değilim. Sen de senin hikayen değilsin. Sizler yaşayan, öğrenen değişen, gelişen, tutarsız, karışık, bazen b*ku yiyen insanlarsınız. Çevremizdeki her şey hikayenin tutarlı olmasını gerektiriyor. Tutarlı olmak istiyoruz; ama çocukken tutarlı değildik, öyle değil mi? O zamanlar tutarlı olmak gibi bir isteğimiz ya da kim olduğumuza dair bir düşüncemiz yoktu. Büyüdükçe insanlar bunu mahvetti değil mi? Size kim olduğunuzu söylediler." (s.120-121)

"Bir süre sonra, muhtemelen tutarlı olmaya yönelik dış istekleri içselleştiriyoruz ve uygun olan bir şeye kendimizi alıştırıyoruz. Seçim bölgesinin birçok farklı vatandaşını temsil eden can sıkıcı bir politikacı gibi biz de karakterimizin birçok yanının birleştiği orta yaklaşımına yerleşiriz.
Evet her zaman bir hikayeniz olacak. Bazen hikayenizi anlatmaktan memnun olacaksınız.
Hikayeye inanmaktan bile mutlu olacaksınız. Fakat bunun sadece bir hikaye olduğunu unutmayın. Sizin, hikayeniz olmadığını asla unutmayın. Hikayeler egolardır. Zararları olmayabilir ama bir süre sonra sizi sıkabilir." (s.121-122)

"...hayatın yapmayı sevdiğimiz şeyleri yavaş yavaş yok etme ve bunları yapmak zorunda olduğumuz şeylerle değiştirme gibi sinsice bir eğilimi vardır." (s.157)

"Muhtemelen çok çalışan, aslında önemli olan şeylere çok az zamanı olan, çok yorgun, çok stresli, olmayacak şeyler için bile endişelenen, en iyisini yapmaya çalışan, en iyisi olmaya çalışan, en iyisi olmaya çalışan, her zaman bir sonraki adıma geçmeye çalışan, bütün bunların da mutluluğu alıp götürdüğü bir kişi göreceksiniz karşınızda.
Endişelendiğiniz birçok şeyin aslında hiçbir önemi olmadığını anladığınız zaman S*ktir Etmek işinize çok yarar; her şeyin olması ve her zaman işe yaraması için çalışmak yerine, size acı veren şeyden vazgeçmek, daha azını yapmak, olayları akışına bırakmak mümkündür.
Sizin için dümenden ellerinizi çekme ve işleri kendi haline bırakma fikri yararlı olabilir ve bunun nedenini söylemek için daha güzel bir zaman olamaz. Birçoğumuz istediğimiz yere ulaşmak için hayatın dümenini tutmazsak ve dümeni değişik yönlere çevirmezsek, gideceğimiz yere ulaşacağımıza ve daha da kötü kaza yapacağımıza inanırız. Dümeni sürekli tutmak ve hangi yola gideceğimizi çözmek çok yorucu ve bıktırıcı olabilir." (s.169)

"Yavaşlayın, birkaç şeyden vazgeçin, daha az yapın, daha az çabalayın, daha az kontrol edin; işe yarayacağına güvenin, kendinizi zamanın akışına bırakın, daha az düşünün ve hayatınızın daha çok tadını çıkarın." (s.171)

"Dünyanın sizin düşündüğünüz gibi dönmediği ihtimaline açın kendinizi. Tam olarak düşündüğünüz insan olmadığınız ihtimaline kendinizi açın. İlk başta gözardı ettiğiniz fikirlere kendinizi açın. Hayatınızın çok farklı olabileceğine, sizin çok farklı olabileceğinize kendinizi açın. Değişime kendinizi açın. Harekete kendinizi açın. Yeniliğe kendinizi açın." (s.188)

"Enerji hakkında gayet hayran bırakıcı, hile yapamayacağınız şeyler vardır, eğer çok çabalarsanız, akmaz. Ne kadar az çabalarsanız, o kadar çok qi akar.
Bazen bazı insanlarda hareketin tamamen ortaya çıkmaya hazır olduğu, fakat kim olduklarına ve nasıl gerçekleşeceğine dair bilinçsiz fikirlerin enerjiyi durdurduğunu görürsünüz.
Daha sonra bütün yapmam gereken bunu belirtmek ve izin vermek.
Enerji siz çok zorladığınızda, bildiğiniz şeyi unuttuğunuzda, neler olup bittiğini yargılamaksızın takıldığınızda hareket eder ve vücudunuzu dolaşır." (s.212-215)

"Gerçeğe olduğu gibi teslim olun. Savaşmaya, karşı koymaya, yargılamaya, sorgulamaya, hakkında plan yapmaya, ondan bir şeyler öğrenmeye, onu daha üst bir plan ya da amaç olarak görmeye uğraşmayın. Vitesi boşa alın ve nötrleşin. Nötrleştirmek "gücü" kullanmanın temel yoludur. Karanlık tarafa geçmeyin. Nötrleşerek gücünüze güç katın." (s.218)

"Yıllarca süren meditasyon, yıllarca süren enerji çalışması ve yıllarca süren yaşam, bana fikirlerin aslında o kadar da önemli olmadığını gösterdi. Bir şey hakkında bir fikir sahibi olman o konu üzerinde kendi durumunu sabitlemen demek. Bu da bize koşullardaki, bağlamdaki ya da içimizdeki değişimler çok az yer bırakıyor." (s.224)

"...çok sevdiğiniz 'anlama aleti' bir telaş içinde ulaştığınızda, bunu eskiden kullandığınız çok eski yolla kullanmaya mahkumsunuz. Böylece siz de her zaman sahip olduğunuz aynı sonuçlara ulaşırsınız. Muhtemelen bu sonuçlardan da çok sıkılmışsınızdır. Bu yüzden bunun yerine sadece oyalanın." (s.227)

"Farkındalık süreci budistler tarafından kastedildiği gibi, sadece şu an burada olan şeye dikkatinizi vererek aklımızdaki geriye kalan ıvır zıvırları temizlemektir. Dikkatimizi şimdiki zamana getirerek, akıl temizliğini yapar, yavaşlar ve daha az dolar." (s.238)

"Farkındalık aslında çok sıradan bir şey olduğu için farkında olmak size birçok sıradan şeyde güzelliği, sihiri, mucizeyi ve kutsalı görmenizi sağlar." (s.241)

"...daha açık, rahat, farkında, nötr durumdaysanız, olan bitene güvenirsiniz." (s.260)

"Bu hayat olayı tabiatı gereği organik, yaşayan bir süreçtir. Biziz hayatı sabitlemeye, tutmaya, biçim vermeye ve mükemmelleştirmeye çalışan. Fakat hayat böyle bir şey değil. Hayat sürekli değişen, tamamen dinamik, pürüzlü, mükemmel olmayan ve tahmin edilemeyen bir şeydir. Hayata karşı duyarlı olduğumuzda, tabi ki daha çok hayat gibi olursunuz. Hayat sadece sakin, huzurlu, tutarlı, sıralanmış, tahmin edilebilir, mükemmel, güvenilir değildir. Hayat başka şeyleri de içinde barındırır.
Siz de öylesiniz. İçgüdülerinize tamamen konsantre olduğunuzda, her şeyin olduğunu görürsünüz, çünkü içgüdüleriniz hayat enerjisine giden en hızlı yoldur." (s.376)

"Gerçek terapi iyileşmek için ne yapabileceğinin değil, çoktan iyileştiğinin farkına varmaktır." (s.390)

*İlk görsel izismile.com, ikincisi goodreads.com'dan.




20 Şubat 2013 Çarşamba

Transformal Nefes Vol.2

Daha önce transformal nefes seansına gidip ondan da şu yazımda bahsetmiştim.


Ben hat safhada kontrolcü, kendini güvenceye almazsa ölecek hastalığına yakalanmış bir sağlamcıyım. Buna bağlı kaygı eşiğim çok düşük, stres benim genel ruh halim, mükemmeliyetçi, her şeyi yapmak, her şeye yetişmek zorunda hisseden yapım ise suçluluk duygumu tavana vurduruyor. Bu her şeye yetişme hadisesi anı yaşamama da öyle bir engel ki... Mesela işteyim kafamda sürekli akşam şuraya giderim, şunları şunları yaparım diye düşünüyorum, akşam gideceğim yere mi vardım, tüm gün bunu düşünen ben değilim sanki, bu sefer çıkarım, eve giderim şunları yaparım, eve gittim yarın şunları bunları yaparım diye düşünüyorum. Aceleci ve sabırsız olduğumu da eklemek isterim. Hepsi birbirine görünmez bağlarla bağlı şeyler aslında ve böyle olmasam da hayat akıp gidecek biliyorum, hatta büyük ihitmalle daha güzel bir şekilde akıp gidecek, hani çayı kahveyi taşırken tepsiye bakarsanız dökülür ama bakmazsanız dökülmez ya, o misal... Ama direniyorum işte, yapamıyorum.

Sırf bu bile aslında terapi görüp kendini değiştirmeye başlamak için yeterli bir neden. İlla ki hayatımızda büyük kayıplar yaşamış, ağır depresyondan geçiyor olmamız gerekmiyor. Bilinçaltımızdaki arızaları fark etmek de büyük bir erdem ve her şeyin başlangıcı o nokta.


Daha önceki yazımda bahsetmiştim birazcık. Nefes terapisine gidin mucize olur diyemem ama diyebilirim de. Çünkü her şey size bağlı. Oraya giderken sadece içinizdeki niyete odaklanmak ve kendinizi rahat bırakmak başta gelen şart.

Mesela ben tanımadığım birine fal bile baktırmam. O yüzden nefeste oturup da tanımadığım birine hayatımda değiştirmek istediğim şeyleri anlatmak bana zor geliyordu ve kendimi kasıyordum, rahat bırakamıyordum. Ha bu benim için geçerli tabi. Kimisi de tanımayan, bilmeyen birinin yanında daha rahat hisseder. İşte o yüzden ben Demet'in nefes koçu olmasını bekledim biraz da.

Ve işte o büyük gün geldi. Demet aldı beni kollarına:)



İlk paragrafta anlattığım özelliklerimden kurtulmak için niyetlendim. Başladım nefes alıp vermeye. Yine kontrollüydüm, hatta tam başlamıştık ki kapı çaldı. Demet "sabote etme nefesi, bu kapı çalması tesadüf değil, sen hala kendini bırakmıyorsun" dedi:)

Bir süre sonra rahatlamaya başladım, bu arada nefes alıp vermeye de devam ettim. Bir ara midem feci bulandı, kusmaya çalıştım ama bir şey çıkmadı, ki bu benim çocukluktan beri strese girdiğimde verdiğim bir tepkidir: Kuru kuru öğürürüm, bir şey çıkmaz ama deli gibi midem bulanır.

Sonra zihnimde şöyle bir görüntü beliriyor: Turkuaz denizli nefis bir koyda, iskeleye oturup ayaklarımı suya sokuyorum. Kıyıda annem, babam, Umut, yeğenlerim, ablam var. Bir zaman hayatıma girmiş, "kardeşim" olmuş daha sonra bir şekilde kopup gittiğim üç tane arkadaşım da orada. Biri bebeğini kucağıma veriyor, biri çiçek uzatıyor, diğeri yiyecek bir şeyler getiriyor. İçimde derin yaralar açmış eskilerden bir adam bir arabayla oradan geçip gidiyor bana el sallayarak...

Sonra başka bir görüntü: Yeşilliklerle dolu bir uçurumun kıyısındayım, ürkütücü bir yer değil ama burası, çok güzel. Arkamda bir dağ evi var, kocaman bir yemek masası kurulmuş önüne, tüm sevdiklerim masada, bense uçurumdan aşağı bakıyorum, birkaç insan var aşağıda sevmediğim, ama iyi onlar orada kalsınlar, diyorum.

Bu arada nefes alıyorum durmadan.



Nefes alıyorum, veriyorum...

Yoruluyorum, zorlanıyorum, ellerim ayaklarım uyuşuyor.

Ve seans sonrası yapılan meditasyona geliyoruz. Her şey bitti, sakinleş, derken... O üç arkadaşımdan biri, belki de en özeli, hayatımda en çok yer etmiş olanı görüyorum yine o denizin kıyısında. On beş yıllık dostluk, kardeşlik sonrası ufacık tefecik meseleler yüzünden kopup gittiğim ve üç yıldır görüşmediğim, az çok kızdığım, kırıldığım, öfkelendiğim, kopuş anındaki sorunlardan çok o sıradaki üslubun bizi koparıp başka yerlere attığı... Hadi gitsin artık o diyorum, el sallıyorum arkasından. Sonra diyorum ki dur böyle gitmesin, sarılıyorum sıkı sıkı. Bu arada göz yaşlarına boğuluyorum bir taraftan. Sonra uğurluyorum onu, bir kez daha, ama bu sefer içime sine sine el sallıyorum arkasından.



Sonra uyanıyorum, başımda bir ağrı, ellerim ayaklarım uyuşuk ama değişik bir rahatlama halindeyim aynı zamanda. Bu seans geçmişten birini affedip hayatımda bir yükü sırtımdan indirmeme yardımcı oluyor. Ben o arkadaşımla ilgili olarak hem kendimi, hem onu affetmiş oluyorum böylece. Affetmek özgürleşmekmiş ya biraz daha özgürleşiyorum. İşin ilginç yanı seans öncesi katiyetle aklıma gelmemiş bir meseleydi bu.

Sonrası toparlanma ve gerçek hayata yavaş yavaş dönmek... Bu arada kendi içine daha çok dönmek, "daha iyi"nin yolunu tutmak...

Aslında burada bunları yazmam meraklılarına, daha önce denememiş olanlara bir yönlendirme olabilir, biliyorum. Çünkü herkesin tepkileri farklı oluyor, ben görüntülere boğulmuşken başkası bir kare bile görmüyor mesela, ağlamak yerine kahkahalara boğuluyor. Belki de bu yüzden yazılmaması gerekirdi ama ben paylaşmak istedim.

Daha fazlasını öğrenmek isterseniz önce tüm vücudunuzda hissedeceğiniz kocaman birkaç nefes alın sonra bana mail atın...

*Görseller internetten alıntıdır, kaynaklarına ulaşamadım.




19 Şubat 2013 Salı

Sportmen Billy:)



Çocukluğumdan beri hep hopbidi zıpbıdı bir insandım ben. "Tintin" gibi enerjikliği çağrıştıran sayısız lakabım oldu bu nedenle.

Mesela minicikken koltukların üzerinden sık sık zıpladığımı hatırlıyorum. Sonra jimnastik, masa tenisi gibi çeşitli spor maceralarım oldu. Ortaokul yıllarımda arkadaşım Esra ile yaz tatillerinde Cumhurbaşkanlığı Köşkü'nin çevresinde yürüyüş yapardık. Lise yıllarımda dansa merak saldım, güya sınıfımızda İngilizce Listening dersleri için bulunan teyp ise özellikle kız bolluğu içindeki sınıfta oryantal müsabakalarına kadar vardırdı işi.

Üniversitede ise yürüyüş yapmak hayatımın vazgeçilmezlerinden biri oldu. Dersim sabahsa, öğleden sonra, öğleden sonraysa sabah çıkıp yürüyüş yapardım. Bu yürüyüşlerin şöyle bir güzel yanı da vardı: Bol bol düşünürdüm, hayatım, düşüncelerim, hissettiklerim üzerinde. O yaşların insan ömründeki en dikkat çekici yıllar olduğunu düşünürsek farkındalığımı çok artıran bir aktivite olmuştu, hem bedenim, hem ruhum açısından.



Derken çalışmaya başladım. Bu ülkenin farklı şehirlerinde, bir yıl kadar otel hayatı yaşadım. Yürüyüşlerim artık koşuya döndü. Gittiğim yerde ilk iş otelin fitness salonuna göz atmak oluyordu ya da çoğunlukla sabah mesai başlamadan eşofmanları kuşanıp artık yol nereye götürürse tempolu tempolu yürüyüp hem de akşam gidebileceğim yerler için keşfe çıkıyordum. Tabi bu aktivite Fethiye, İzmir, Tekirdağ gibi güzel kıyılarda daha güzel oluyordu ama ben Kastamonu, Karaman gibi küçük şehirlerde de hareketi elden bırakmıyordum.

Küçük şehirlerde sabahın altısında koşan bir kız, kimi zaman şehrin küçüklüğünden kendimi şehirlerarası yollarda buluyordum... Pek normal karşılanmıyor haliyle. Karaman'da bir sabah koşuyorum yine, esnaf da her sabah yeni yeni dükkanlarını açıyor, bir tanesi komik bir İç Anadolu şivesiyle "bu da tay gibi her sabah nereye koşuyorsaaa" diyor arkamdan:))) Zor dönemlerimdi aslında ama çok güzelmiş.



Sonra yerleşik hayata geçince bu sefer de hayatım fazla durağan gelmeye başladı. Ne yapsam, ne yapsam derken... Gidip bir spor salonuna üye oldum. Şu çok moda pilatesler, derken dumbıllar, toplar, barlar, step tahtaları hayatıma girdi, ardından Latin dansları eşliğinde koreografik aerobik hareketleri... Bununla birlikte farklı cinsiyet, yaş, meslek ve eğitimde hala görüştüğüm bir sürü arkadaşım oldu.



Her şey çok keyifliydi ki, bizim spor salonu topu attı. Sudan çıkmış balığa döndük. Düzenli spor yapan insanlarda bir endorfin bağımlılığı olduğuna kesinlikle inanıyorum. Ben de bunlardan biriyim, aslında hiçbir şeye çok fazla bağlanmayacaksın düsturunu benimsesem de o sıra aylarca rüyamda bize en acılı seansları yaşatan Burcu Hoca'yı gördüm, ayrılığa dayanmak zor oldu.

Sonra gittim çok daha lüks bir spor salonuna hatta moda deyimle "club"a üye oldum. Üç yılım da orada geçti. Burası da eşiğimi fazlaca yükseltti. Pilates'in pahalı aletlerle yapılanı, üç-beş kişilik özel kinesis dersleri, bosular, spinning derken bir de hayatımıza "hadi spor bitti, saunada buluşalım"lar girdi, yine bir sürü arkadaş eşliğinde.

Şunu gördüm düzenli spor yapan, bunu yaşam biçimi, tutku haline getirmiş bir insanın hayatla kavgası azalıyor, hayattan keyif almayı bilen, bunu beceren bir insana dönüşüyor.

Ve bugüne gelirsek... Evlilik ve bazı nedenlerle uzak kaldığım sporuma dönerek her tarafım ağrıyarak uyanmayı, onca enerjiyi harcayıp kurt gibi acıkmayı nasıl da özlemişim! Şükür kavuşturana!



Şimdi biraz da nedir, ne değildir dersek...

"En iyi spor ya yüzmedir, ya yürüyüş" diyen uzmanlara ve doktorlara inat, en iyi spor siz neyi yapmayı seviyorsanız odur diyerek karşı görüş bildiriyorum. Böyle denildi diye, alışveriş merkezi dolaşmakla ya da denizde 10 dakika kulaç atmakla "aman iyi spor oldu" diyen insanlar var çünkü. Evet mantık 60 yaşına geldiğinde de yapabileceğin sporsa, bence öneri "ya yürü, ya yüz" yerine, "eğer ömrünün sonuna kadar yapabileceğine kanaat getiriyorsan her tür sporu yap" olmalı. Çünkü bu işin baş düşmanı istikrarsızlık, yani yapıp yapıp sonra bırakmak. Bırakmayanları görüyorsunuz, meselaaaaa Ajda Pekkan:) Hala çatır çatır koşu bandında cardio yapan bir insan kendisi.

Mesela ben su sevmeyen bir insanım, denizin üzerinde, karşısında olmayı severim ama içine sadece serinlemek için girerim. "Hadi en iyi spor yüzmeymiş" diye bir ay düzenli yüzmeyi denedim, sevmediğim için sürekli kaytarma eğilimine girdiğimi fark ettim. Bundan hayır gelir mi? Buyur en iyi spor...

Ben neler yapıyorum:

Pilatesle başlarsak... 7 yıldır allegrosundan, çemberine, boy boy topundan lastiğine kadar her tür aletle pilates yapan biri olarak ilk başladığınızda öyle yerlerinizi ağrıtıyor ki, burada kas mı varmış, ben ne zaman çalıştırmışım da bu kadar ağrıyor, dedirtiyor. Pilates esneklik, dayanıklılık ve güç üzerine yapılan bir spor bence. Yani "pilatesle 5 kilo verdim" bir yalandan ibaret. Kilo vermek iki yolla olur: 1- Diyet yaparak, 2- Nabzınızı yükselten cardio egzersizleri yaparak. Pilates ise nabzınızı yükselten bir spor değil. Buradan faydasız olduğu hissine kapılmayın. Gerçekten vücudu şekillendiren, duruşu düzelten, kasları güçlendiren, vücuda esneklik kazandıran bir spor. Bununla birlikte ağırlıklarla yapılan egzersizler de aynı etkileri sağlıyor. Kilo vermek için biraz boğazı tutup pilates yapılabilir. Böylece beslenmeyle verilen kiloların yarattığı sarkmalara bir önlem alınmış olur.

Cardio egzersizlerine gelirsek... Bunlar nabzı belli bir seviyenin üzerine çıkaran, sizi terleten egzersizler: Koşu, tempolu yürüyüş, hareketli danslar, step, spinning... Ben bunların tümünü denedim. Sabırsız bir yapım olduğu için pilateslerdeki "evet şimdi sopa hareketinde 1 dakika bekliyoruz" gibi hareketlerde sıkılıyorum biraz, o yüzden cardio egzersizlerini daha çok seviyorum. Hiphop, oryantal, latin danslarının aerobik hareketleriyle harmanlandığı dans dersleri, koreografik dans eşliğinde step dersleri ya da bir disco ortamında geçen ve sabit bir bisikletin pedalını çevirmek ne kadar zor olabilir ki, dedirten ama insanı sucuğa çeviren spinning...

Genellikle tavsiye edilen ise 30 dakikalık bir cardio egzersizi sonrası yine en az o kadarlık kas egzersizi şeklinde. Yani hepsinden biraz, böylece cardio sonrası yapılan kas egzersizlerinde de yağ yakımı devam ediyor. Hatta her gün yarım saat yerine, haftada 3 gün 1 saat sporun daha faydalı olduğu da bilimsel olarak kanıtlanmış bir şey.

Ama en önemlisi ne biliyor musunuz? Severek, isteyerek, görev hissine kapılmadan sadece vücudunuza konsantre olarak içinizden gelen sporu, içinizden geldiği kadar, içinizden geldiği zaman yapmanız. Bununla beraber üşengeçlikten arınmanız. Benim çok olmuştur, "öf hiç spor yapasım yok" diyip çıktığımda "iyi ki gelmişim" dediğim.

Hareket edin, pişman olmazsınız:)

*İlk görsel internetten ama maalesef kaynağını bulamadım, diğerleri www.chillinpanda.com sitesinden.

18 Şubat 2013 Pazartesi

Endorfin, Sushi, Kaynatan Kızlar, Kızartma Tabağı, İki Film Birden



Pazartesi geldi yine.

Ben bu hafta sonu kendim için bir sürü bir şey yaptım. Cumartesi günü neredeyse 24 saatim dışarlarda geçti. Kendimi hafiflemiş, rahatlamış, "hah işte böyle olmalı" derken buluyorum bu hafta sonunun ardından.

Öncelikle bu hafta sonu evlilik hazırlıkları ve daha sonraki birtakım belirsizlikler nedeniyle ara verdiğim sporuma yeniden kavuştum. Ne olursa olsun insanın kendini mutlu etmek için elinden geleni yapması gerektiğine inanıyorum, kendine iyi gelenin ne olduğunu bir an önce keşfedip hayattan şikayet etmek yerine bunlara yönelmesi gerektiğini de! Ben hayatımın hiçbir döneminde hareketsiz yaşayan biri olmadım, hatta endorfin bağımlısı bile olabilirim, hele şimdi evlendim artık evimin kadınıyım, alan almış nasılsa mantığına şiddetle karşı çıkıyorum! O yüzden yıllar sonra verdiğim sekiz aylık ara, bu sekiz aylık süreçteki genel mutsuzluk halimin de en önemli sebebiydi bence. Gitmeli miyim, gitmemeli miyim, sorumluluklarım arttı, ya her şeye yetişemezsem gibi endişelerimden, suçluluk duygularımdan bir an uzaklaşıp kararımı uygulamaya başladım. Burada biraz hayatın gerçekleri:

1- Aklına bir şey düştüyse, er ya da geç yaparsın. Tereddütlerin, kaygıların, yokluk hislerin, imkansızlıkların, mantığın buna engel olamaz, sadece biraz erteler ve sürüncemede bırakır. Ama illa ki aklına düşeni yaparsın! O yüzden derler ya ilk aklına gelen doğrudur!

2- En çok şeyi, en verimli şekilde en yoğun olduğun zamanda yaparsın. Çünkü zaman programlaması harika yapılmıştır. Tembelleşmeye, üşenmeye başladığın anda yapacaklarını ertelemek diye bir şey olmadığını bilirsin. Ayrıca üzerine öyle bir güç, kendine öyle bir güven gelir ki, yapmak istediklerini büyük bir istekle yaptığın müddetçe neredeyse biyonik bir insana dönüşürsün, yorulmazsın, acıkmazsın. Ama buradaki en önemli etken yaptıklarından, bu halinden her an büyük bir mutluluk duymak gereği. Öyleyse kim tutar!

Hatta denemediğim bazı sporlara da yönelmek niyetindeyim. Tecrübeleri paylaşırım.

Ardından birazcık aile ziyaretleri ile bir sürü büyüğümüz, küçüğümüz ve sevdiklerimiz mutlu edildi veeeee sonrasında muhteşem cumartesi başladı.

Benim işyerimin birçok olumsuzluklara rağmen güzel bir yanı var: Güzel insanlarla aynı işyerini paylaşıyor olmam. Tamamen arkadaşlık, paylaşım üzerine kurulu, rahatlıkla sohbetler edilen, işsel hırsların sıfır olduğu ilişkiler bunlar. Beraber dışarı çıkıyoruz, ev gezmeleri yapıyoruz, tatillere gidiyoruz. İşyerinde biraz bunalınca birbirimize nefes oluyoruz. Selda benim tatil arkadaşım mesela, Demet yaşam koçum... Sonra geçen yıl aramıza kısa süreliğine katılan bir fıstığımız daha oldu: Ayşem. Yaklaşık 8 ay yanımızda kaldıktan sonra kocası tarafından İstanbul'a götürüldü. Bizi de üzdü, Ayşem'i de. Ama ilişkimiz hiç kopmadı. Sık sık görüşüyoruz, her İstanbul ve Ankara yolculuklarında birbirimize zaman ayırıyoruz, her an temastayız. İşte bu hafta Ayşem misafirimiz oldu, ne de güzel oldu!



Park Caddesi'ndeki QuickChina'da kırmızı şarap, mentollü sigara, sushi ve nefis sohbetlerin eşliğinde hasret giderdik, içtik içtik, içtikçe güzelleştik:) Mekanın ambiyansına, bahçesine, hizmet kalitesine, personeline ayrı ayrı bayıldım. Ben şehir merkezine yakın oturan biri olarak Çayyolu genelde pek tercihim olmuyor ama özellikle QuickChina için o kadar yol tepilir. Ve o geceki falım, bu bir işaret olmalı!



Ardından aynı ekiple Kıtır'a geçip başka arkadaşlar ve yeni tanışılan bir sürü insanla keyifli vakit geçirdik. Park Caddesi Kıtır, Tunalı'ya beş basar bence, sırf isim yapmış olmasından kaynaklı Tunalı'da kötü yemeklere maruz kalırken, Park Caddesi Kıtır'ın nefis kızartma tabağı parmaklarımızı yedirtti. Gece 2 gibi onlardan ayrılıp soluğu bu sefer gece gezmelerinde olan kocamın yanında, Viktoria'da aldım. Eve sabaha karşı girdik ve günümüzü noktaladık.

Ertesi günün uyanışı biraz zor oldu tabi. O kadar hareketin ardından pazar gününe yaraşır bir sakinlikle kitabımı okudum, yedik, içtik, film izledik.



İlk film halen vizyonda olan Oscar adaylarından romantik komediye ufacık tefecik dokunan Umut Işığım idi. İnsanın içini ısıtan güzel mi güzel, romantik bir film Umut Işığım. Özellikle Robert De Niro ve onun oğlunu Pat rolünde canlandıran Bradley Cooper'ın performansını ben çok beğendim. Tiffany rolündeki Jennifer Lawrence'ın da hakkını yememek gerek.

Bir şeyin sadece bir yolu yok, mutluluğun kaynağı bizim sandığımız gibi tek bir şeyde değil, en büyük mutluluklar, en güzel aşklar hep beklenmeyen zamanda gelir. Hayata gözlerimizi koca koca açarak bakmalı, ezberlerimizi bozmalıyız.

Filmin bana düşündürdüğü bunlar oldu. Eski karısının onu aldattığını öğrendikten sonra aldatıldığı adamı hastanelik eden Pat rehabilitasyon süreci sonrası hayata yeniden başlıyor ve burada düşündüğü tek bir şey var: Eski karısının istediği gibi bir adam haline gelip onu yeniden kazanmak. Ancak "tanrı biz plan yaparken yukarıdan izleyip gülermiş" hikayesi gibi o sırada karşısına çıkan Tiffany Pat'in yaşamını bambaşka yerlere götürüyor. İzleyin, keyif alın...


Ve bir film daha, yine vizyondan, yine Oscar adayı: Steven Spielberg'in Amerikan başkanı Abraham Lincoln'ün iç savaş ve kölelikle mücadelesini anlatan filmi Lincoln. Konu ne kadar ilgimi çekse de filmin pek açtığını söyleyemeyeceğim. Aslında kimseyi etki altında bırakmak istemem ama filmde müthiş bir durağanlık söz konusu. Daniel Day Lewis'in muhteşem performansı dışında dikkatimi çeken pek bir şey olmadı maalesef. Ama hep söylediğim gibi, bir filmi, bir oyunu, bir kitabı belki başka bir zaman, başka bir ruh haliyle izlesek ya da okusak o zaman bambaşka şeyler hissedebiliriz, önyargı oluşturmak asla istemem, izlemek isteyenlerin takdirine bırakmak en iyisi belki de.

İşte haftasonu böyle geçti. İki gün bu kadar güzel enerji depolamışken Mutya Buena-Amy Winehouse düeti eşliğinde B Boy Baby ile başlayan bir pazartesi ne kadar sendromlu olabilir ki?








13 Şubat 2013 Çarşamba

Farklı Yönlerimizin Hepsiyle Mutlu Olmak Nasıl Bir Şey?



Bence hayata geliş amacımız, yaptığımız her şeyin bir tek nedeni var: Mutlu olmak/daha mutlu olmak.

Kariyer, para, hırslarımız, sağlığımız, sevdiğimiz insanlar... Hepsinin bize mutluluk, daha çok mutluluk getirmesini beklemiyor muyuz?

Bu aralar uzun uzun "mutlu olmak" üzerinde düşünüyorum. Aklıma gelenler şöyle:

Mutluluk çok daha geçişken ve anlık bir şey; mutsuzluk daha yerleşik, daha kronik.

Mutluluk beceri isteyen bir şey. Sen kendini mutlu etmeyi beceremezsen kimse edemez. O yüzden gözünü açıp kendine bir bakmalı ve mutsuzluğuna engel olmanın yollarını aramalısın. En azından ne iyi gelir bilmeli, mutsuzluğa meylettiğin anda derinlere dalmak yerine silkelenmelisin.

Mutluluk emek isteyen bir şey. Oturup üzerinde uzun uzun çalışmalısın.

Ve mutluluk insan doğasını en belirgin olarak ortaya çıkaran bir kavram bence. Mesela emek sarfetmeden elde ettiklerimizin bir kıymeti yok değil mi, emek sarf etmeden gelen mutluluk ne kadar sürer bu durumda? Maymun iştahlı yaratılmış mıyız? Bak işte mutluluğa, elimizdekilerle, sahip olduklarımızla mutlu olmak yerine sahip olmadıklarımızla mutsuz olmaya daha meyilli değil miyiz? Para ve sağlık varken durup "aman ne mutluyum param var, sağlığım yerinde" demezken yokluklarınla büyük mutsuzluklar yaşamıyor muyuz?



Bugün kitap okurken (daha sonra bahsedeceğim bu kitaptan) başlıktaki cümleyi gördüm: Farklı yönlerimizin hepsiyle mutlu olmak nasıl bir şey? Üzerinde de bu resim... Örneğin derin bir yas halindeyken bile mutluluğu düşünmeliyiz, ona kafa yormalıyız gibi bir anlam çıkardım ben bu cümleden. Ya da ne bileyim oburun tekisin mesela, oturup tabak tabak yedikten sonra mutlu olmak nasıl olur? Trafikte ağzından köpükler saçarak kavga ederken mutlu olmak ne menem bir şeydir mesela?

Bu da bir tek şekilde mümkün bence: Kendini, olanı, olduğu gibi kabul etmekle. Nasıl zor, nasıl... Ama yapabildin mi daha güzel günlerin bizi beklediği kesin!

*Başlığım ve ikinci görsel S*ktir Et-Terapi kitabından, ilk görsel izismile.com sitesinden.

5 Şubat 2013 Salı

Çar'ın Geçtiği Yollar: St. Petersburg



St. Petersburg Çarlık Rusyası'nın ve de dünyanın deyimiyle Büyük, bizim deyimimizle Deli Petro'nun şehri. Yazlık saraylar, kışlık saraylar, Moskova'dan daha sofistike bir hava. Şehir merkezinden daha önce bu yazımda söz etmiştim. Şimdi istiyorum ki St. Petersburg şehrinin dışına çıkalım, yazlık saraylara, park dedikleri ama bildiğin orman olan saray bahçelerine doğru uzanalım.



Biz St. Petersburg'da Park Inn ismindeki büyük bir otelde kaldık. Aslına bakılırsa sosyalist ülkelere özgü sosyal konutlardan hiçbir farkı olmayan bir yapı bu resimden de görüldüğü üzere. Otelin temizliğine, yemeklerine diyecek bir şey yok. Yalnız tam da tripadvisor.com'da yazıldığı üzere pencereleri zinhar açılmıyor! Odayı havalandırayım, sıcak oldu cam açayım gibi bir şans yok. Otel buna da çözüm bulmuş, belli saatler arası merkezi klima çalıştırıyorlar, bu da genellikle gündüz saatleri ve gündüz odada oturmak mümkün değil, buz gibi oluyor bu nedenle. Geceleri klima kapanıyor, bu sefer de bir hamam atmosferinde gece gece uykudan uyanıyorsunuz, zaten bizim gittiğimiz dönemde hepi topu 3-4 saat gece oluyordu, o da sıcak ve havasız odada cebelleşmekle geçti!

Otelin resepsiyonundan gideceğimiz yerlerle ilgili bilgi aldık önce. Çar'ın yazlık sarayı ve hektarlarca alana yayılmış bahçesiyle Peterhof Sarayı ilk durağımız olacaktı. Otele çok yakın metro istasyonu bulunuyor, önce metroya oradan da banliyö trenine binerek saraya ulaşmak mümkün. Gezmeye gittiğim ülkelerde en çok toplu taşıma araçlarına binmeyi seviyorum ben. St. Petersburg'daki banliyö treni de tam sevdiğim tarzda bir ulaşım aracıydı, şehrin dışındaki fabrikalara ellerinde çıkınlarıyla giden işçiler, trendeki oraya ait olmayan sadece biz!



Trenden inip epey yol yürüdükten sonra sarayın kocaman bahçesinin bir köşesinden girdik. Saray kadar bahçesi de ihtişamlı. Dünyada Versallies Sarayı'yla yarışan bir saray bu da. İç içe bambaşka konseptte bir sürü bahçe ve en sonunda muhteşem Baltık Denizi manzaralı altın varaklı Peterhof Sarayı... Sarayın odalarını da tek tek gezdikten sonra şehrin merkezine bu kez deniz yoluyla Baltık Denizi üzerinden Neva Nehri'ne çıkarak ve Hermitage Müzesi'nin önünde inerek, yolculuğumuza son verdik.









Ertesi gün metro, banliyö treni ve bir de minibüs yolculuğuyla yine şehrin dışına, bu kez Çar Kasabası'na gittik. Çar'ın kasabası içerisinde çok sayıda sarayı, parkları, bahçeleri kapsayan tarihi ve de yemyeşil bir manzaradan ibaret. İlk durağımız Katerina'nın Sarayı oluyor, burada bir Amber Odası var... Ah ah ah, demem ve içerisinde fotoğraf çekilmediğini belirtmem yeterli sanırım. Katerina'nın sarayından Pavlosk Sarayı'nın ve parkının olduğu yere gitmek üzere minibüse bindik. Bizim taaaa 25 yıl önceki halk otobüsleri gelsin gözünüzün önüne, hani bir muavin olur, önünde freebagi, ayakta dolaşıp para toplar. Aynen o usül çalışıyor.






Bu hikayeyi Rusyayla ilgili anılarımda hep anlatırım, burada anlatmazsam hiç olmaz.

Ruslar yapı itibariyle soğuk, dil itibariyle kabalar. Bir şey sorduğunuzda sizi beş karış suratla karşılıyorlar, tüh yanlış yaptım buna sormakla dediğiniz anda karşınızdakinin size yardım etmek için nasıl çabaladığını görüyorsunuz. Resmen soruya cevap vermeyi görev biliyorlar ve maalesef çoğu İngilizce bilmiyor, bilenleri de siz anlamıyorsunuz!

Biz minibüse bindiğimizde teyit etmek amaçlı muavine Pavlovsk'a gitmek istiyoruz, saray, park, bahçe, Pavlosk filan dedik ama bir türlü anlamadı, sonra para toplamaya devam etmek üzere yanımızdan ayrıldı. İlgilenmedi, soğuk bir tavır var üzerinde, biz de neyse napalım, umarım doğru yoldayızdır diye, seyre devam ettik. Aradan 10 dakika geçti, muavin çocuk elinde cep telefonu ile yanımıza gelip sms'i gösterdi: "gardens, palace" gibi bir şeyler yazıyor. Bu mu diye sordu, biz de evet diyince bizi doğru durakta indirdi.

Meğer biz derdimizi anlatamayınca arkadaşını arayıp "sarayın, bahçenin İngilizcesi'ni bana yaz, gönder" demiş, arkadaşı da ona sms yollamış. O da o sms'i bize göstermiş!








Sonra Pavlosk'ta indik, burası aynı zamanda metro istasyonu da bulunan bir yer, aynı ismi taşıyor durakla. Pavlosk park ama bildiğimiz orman. Çekirdek, çerez satılıyor girişinde. Biz de aldık birer külah çekirdek, çitleye çitleye yemyeşil alanın, devasa ağaçların tadını çıkara çıkara, sohbet ede ede dolaştık, kartpostallık manzaralar yakaladık. Oturduk bir banka hayatlarımızdan konuştuk, bu arada bir sivrisinek saldırısına uğradık ki, hayvanlar tayt üzerinden, bir yemişler bizi, çapı 2 cm ve bir ay o kırmızı lekeler geçmiyor. Pavlosk'ta küçük birkaç tane prens sarayı bulunuyor ama sarayın bahçesi içinden daha cazip geldi, gördüğümüz ihtişam yeter diyip bankta oturup çekirdek çitledik:) Sonra da metroyla otele döndük.

St. Petersburg Moskova'dan daha karakteristik, daha kişilikli bir şehir bence. Biraz üniversite kenti havası da yok değil, Moskova daha kaotik ama o metrosuna da can kurban!

Önemli olan gidip dünyayı keşfetmek! Nereye gittiğinizin bir önemi yok! Orayı bir de kendi burnunuzla koklamak, kendi gözünüzle görmek! Hayat böyle güzel!