14 Mart 2014 Cuma

Doğaya karışmayı özleyenlere: Hindiba Pansiyon


Kış biraz hareketlerimizi kısıtlıyor, kapalı yerlere tıkıyor bizi, depresyona meylettiriyor. Gezmek, tozmak daha da bir zor oluyor. Mesela kışın alışveriş yapmak bile zulüm... Ayağındaki çizmeleri, kabanını, kat kat kıyafetlerini çıkarıp bir şeyleri denemek gelmiyor insanın içinden. Yazın ayağına taktığın terlikle hareket alanı genişleyiveriyor. O yüzden mi acaba yazın bir yerlere gitmek daha çekici ve kolay geliyor insana?
Muhakkak öyle, bir de ruh hali mutluluğa daha meyilli olduğu için yazın bir şeyler yapma enerjisi daha fazla sanki.

Hal böyle olunca Ankara’da oradan oraya gidip gelirken aklıma bir şehir dışına çıksam, havam değişse demedim bugünlerde. Ta ki sevdiğim ancak sonra kocasının işi nedeniyle İstanbul’a taşınıp “geç buldum, çabuk kaybettim” cümleleri kurduğum bir arkadaşımın teklifi geldi: “Benim doğaya açılasım var, hafta sonu Hindiba’ya mı gitsek?”




Hindiba Pansiyon son birkaç yıldır farklı yerlerde övgüsünü duyduğum doğa içinde ahşap ev konseptli bir pansiyon. Yoga, reiki gibi çeşitli kamplara, doğa yürüyüşlerine ev sahipliği yapıyor ve aylar öncesinden özellikle haftasonları odalarının dolmasıyla da ünlü.

Bana bu teklif bir ay önce geldi, ancak yer bulup bu haftasonu doğa için düştük yola. Hindiba Mengen yakınlarında, en önemli avantajı Ankara ve İstanbul’dan sabah yola çıkıp öğlene kendinizi bambaşka bir yerde buluyor olmanız. Özellikle Ankara’ya çok çok yakın, sadece 170 km.

Cumartesi çok da erken olmayan bir saatte yola çıktık, Bolu Dağı’ndaki İsmail’in yerinde ballı kaymaklı bir kahvaltının ardından ters istikamete dönüp Hindiba’nın yolunu tuttuk. Müthiş bir zamanlamayla İstanbul ekibimizle aynı anda pansiyona vardık.







Check-inimizi yapıp valizleri attıktan sonra Yedigöller yoluna düştük. Yolu kötü, çok bir şey yok uyarılarına rağmen gelmişken görelim dedik. 45 km yolu 1-1,5 saatte ancak kat edebildik. Doğa gerçekten muhteşem. Ancak milli park içinde ya da çevresinde yiyecek bir şey olmaması bizi epey sıkıntıya soktu. Birkaç fotoğraf molasının ardından soğuk ve açlıktan perişan halde dönüş yolunu çektik.

Kendimizi attığımız yer ise Mengen Çiftlik Et Mangal Restoran oldu. Mengen bildiğiniz üzere aşçılar diyarıdır. Bu restoran açılalı kısa bir süre olmuş, İstanbul’da, yurt dışında lüx restoranlarda aşçılık yapıp memlekete dönen dedeler ile hafta içi Ankara’da, hafta sonu orada çalışan torunlar tarafından işletiliyor, dekorasyona gelinin elleri değmiş.

Şömine başına oturup önce sıcakla kendimize geldik, ardından da nefis yemeklerle. Kendimizi nasıl kaybettiysek tek kare fotoğraf çekmemişim burada... Öncelikle Mengen’de bulgur çorbasını mutlaka denemelisiniz. Etler burada özel satın alınıyor, özel marine ediliyor, enfes olmuştu, lokum kıvamında, salata ve atıştırmalıklar, sıcak bazlamalar da cabası. Tatlı olarak Antakya’dan getirilen künefe de oldukça başarılıydı. Yemeklere diyecek söz yok ama asıl güzellik gördüğümüz misafirperverlikti. Yanıbaşında oturduğumuz sobada demlenen çaydan neredeyse iki demlik çay içtik. Beylerin maç izleme ısrarına karşı uğraşıp restoranın üst katını bize kapatma önerisini getirdiler, maç yayınları olmamasına rağmen bulmaya çalıştılar, nargile getirdiler.

Saatler geçti kalkmak bilemedik. Öyle huzurlu, öyle güzel bir ambiyans yarattılar ki bize! Bir süre sonra artık yüzsüzlük yaptığımızı düşünerek kalkmaya karar verdik.


Hindiba Pansiyon’a geri döndük.

Biraz da oradan bahsetmek gerekirse…

Doğa içinde konumu itibariyle gerçekten şahane bir yeşil manzarası sunan, şirin mi şirin bir yer burası. Ancak konaklamada yüksek konfor arayanlar için değil. Minimal yaşayıp doğayla yaşayalım, şehirden biraz uzaklaşalım kafasında olanlara uygun. Odalarında televizyon yok. Zaten topu topu 10-15 odalık bir pansiyon. Yemeklerde harikalar yaratmıyorlar. Aslında her şeyin “basic” hali sunuluyor, 5-6 masalı bir restoran ve “sosyalleşme alanı” var. Sadece burada çeken bir wifi bağlantısı eşliğinde. Amaç zaten şehirden, teknolojiden uzak durmak olduğu için bize fark etmedi ama erkekler maç özeti izleyemedikleri için biraz mızmızlandılar. Akşam restoran bölümünde birer bira ve çerez eşliğinde bir süre sohbet edip konsepte uygun olarak erkenden uyumaya çekildik. Amaç kahvaltı öncesi erkenden kalkıp doğa yürüyüşü yapmaktı.


Çıtır çıtır yanan soba eşliğinde sıcacık, temiz bir uykudan sonra sabahın kör vakti uyandım ama ekibin geri kalanı uyuduğu için odada kitap okudum.



Açlığa daha fazla dayanamayınca kahvaltıya geçmiştik ki, İstanbul ekibi de kahvaltıya geldi ve kahvaltı sonrası tam kadro yürüyüşe çıktık.




Hindiba’nın bir güzelliği de değişik uzunlukta farklı yürüyüş parkurlarının bulunması ve farklı renklerle güzergahın belirlenip haritalarla ve yol üzerindeki oklarla sizleri yönlendirmesi. Bir diğer güzellik de pansiyon çevresindeki dost canlısı köpeklerin yürürken size eşlik etmesi, öyle komik, öyle tatlılar ki, o zorlu parkur nasıl geçiyor bilemiyorsunuz bile.





Yürüyüşümüzün ardından acı bir kahve içtikten sonra dönüş yoluna koyulduk, mesafe kısa olduğu için Pazar gününü kaybetmeden evimizdeydik.


Hindiba dört mevsimde de görülmeli, hepsinde tadı eminim ki bambaşka olur ancak insan bir yandan da bazı güzellikleri herkesin keşfetmemesini dilemeden geçemiyor. 

10 Mart 2014 Pazartesi

“Sözler ölmez, kulaklar unutur ama sözler ölmez”

Okunanlar, izlenenler, takip edilenler birikiyor, aslında yazdıklarım da birikiyor, tek sorun sanırım yayınlamakta. Bu ara sık yazma sözü vererek ajandadan çıkan kitap, film ve oyunlara bir göz atalım.


Kendime Doğru Yürüyorum-Kunter Kurt

NLP gibi birçok konuda uzman bir isim Kunter Kurt. Benim dikkatimi Seda Akgül’ün programında çekmişti. “Nefese konsantre olarak yapacağınız beş dakikalık derin nefes alıp verme egzersizi endorfin salgılamanıza ve kendinizi iyi hissetmenize yardımcı olur, her sabah uyanınca elinize bir kağıt alıp duvara yaslayıp ve nefes alıp vererek -ellerinizi kullanmadan- o kağıdı duvarda tutmaya çalışın, gün boyu kendinizi iyi hissedeceksiniz” demişti. O zaman transformal nefes hayatıma yeni girmişti. İlgimi oradan çekti.

Kitabını da alıp okumak istedim. Aradığım bu tarz yönlendirmelerdi aslında ancak bulduğum pratikten ziyade teorik birtakım bilgilendirmeler ve kitabın sonundaki soru cevap bölümüydü.

Kişisel gelişim kitaplarının şöyle bir etkisi var: Her şeyden önce verende değil, alanda prensibi geçerli. Orada yazanları sorgulamadığınız, içselleştiremediğiniz müddetçe okuyup geçeceğiniz cümleler olarak kalmaya mahkum kitaplar aynı zamanda kitabın yazarının da bir danışman olarak karşınızda oturup sizi doğru yöne yönlendirme şansı da bulunmuyor. Belki de o nedenle kitapta aradığımı bulduğumu söyleyemeyeceğim. Israrla hayatımı değiştirecek kişisel gelişim kitabını aramaya devam!

The Best Offer


Geçenlerde bizim cd’ciyi ziyaret ettim. Bu kez kendime ait bir film listesiyle. Ancak sadece bir tane filmi çıkarıp verdi bana, gerisi yine onun tavsiyeleri. The Best Offer da onun tavsiyelerinden bir İtalyan filmi.

Özetle filmde, bir müzayede salonuna sahip olan ve eski eserler konusunda uzman Virgil Oldman adındaki yaşlı ve takıntılı bir adamın gizemli bir kadınla tanışması ve ona aşık olması anlatılıyor. Şaşırtıcı sonu insanı sarsarken, bu sondan sonraki asıl “son” içinize ince bir sızı yerleşmesine neden oluyor.


Öncelikle aşktan ve aşkın hikmetlerinden dem vurulabilir bu filmle ilgili olarak. Daha sonra görselliği ve müziğiyle de insanın içine işliyor. Sırf gelip geçen sanat eserleri için bile oturup izlenebilir. Sonra birtakım muhteşem sözler var tabi…

v: lambert, are you married?
l: yes, nearly thirty years.
v: what's it like living with a woman?
l: like taking part in an auction sale, you never know if yours would be the best offer.

b: emotions are like work of art. they can be forged they seem just like the original but they are forgery.
v: forgery.
b: everything can be fake virgil: joy, pain, hate, illness, recovery... even love.

Filth

CD’ciyden isteyip bulduğum yegane film. Irvine Welsh romanından uyarlanan Filth, uyuşturucu ve seks bağımlısı adı üstünde “pisliğin teki” bir polis olan Bruce Robertson’ın adilikleri üzerine gerçekten harika bir film olmuş. “Yaptım ama bir sor neden yaptım” finaliyle de sonlanıyor. Film boyunca nefret edilen karakter, filmin sonunda hak verilen, acınası bir kahramana dönüşüyor. Herkes doğarken iyi,  çocukluk travmaları ve hayatta karşılaşılan büyük yıkımlar insanları bambaşka yerlere götürebiliyor, diyor.


Fimin başı epey eğlenceliyken ortalarından itibaren konu ağırlaşmaya başlıyor, şaşırtma, düşündürme ve filmin başında karanlık kalan bazı noktaların ya da film boyunca neden olduğu anlaşılmayan sanrıların tümü açığa çıkıyor. Sonu ise “işte budur” nidası ile geliyor.

Bir filmin romandan uyarlanması zaten konunun hayli dikkat çekici olduğunun işaretidir benim nazarımda. Romanının da katbekat fazlasıyla bayılarak okunacağına eminim. İzleyin, izlettirin.

Bütün Çılgınlar Sever Beni

Biz Ankara’da kuru kuruya yaşarız. İşten sıkılıp bunalıp hadi bu akşam şuraya gidelim diye spontan bir plan yapamayız. Çünkü bu şehirde sosyal hayat oldukça kısıtlıdır. Sokakların hareketi belli gün ve saatlerle sınırlıdır. Bir şeyler yapabilmek için sıkı sıkıya takip edip günü saati çok önceden belli olan aktivitelere İstanbul’da yaşayanların iki katı paralar vermemiz gerekir.


Bu nedenle Biletix takiplerimi Mert Fırat hayranlığımla birleştirerek Ankara’ya turneye gelen Bütün Çılgınlar Sever Beni oyununa bilet aldık. 65 dakika-1 perdelik, kadın-erkek ilişkileri ve dostluk üzerine güzel bir komedi oyunu. Ağır aheste Pazar gününe yaraşır, yormayan, zorlamayan, eğlendiren bir oyun olmuş. Mert Fırat’ın ve Volkan Yosunlu’nun performanslarına diyecek yok, Aslı Tandoğan bu iki başarılı performans nedeniyle epey sönük kalmış oyunda ancak onun da arp çalma konusunda oldukça başarılı olduğunu söyleyip hakkını yememiş olayım.

Yazımın başlığının da bu oyundan olduğunu belirtip huzurlarınızdan ayrılayım.

*Görseller çeşitli internet sitelerinden, kaynağına ulaşamadım.