23 Ağustos 2014 Cumartesi

Fotoğraf geçmekte olan gerçek anın yakalanmasıdır


Benim fotoğraf maceram hatırlamadığım zamanlara dayanıyor, çünkü bu ilgi ablama da, bana da babamdan geçmiş. Babam fotoğrafa o kadar meraklı ki, evlenirken maddi şartlar yüzünden pantolonu ve ceketi takım olmayan bir damatlık giydiği halde nişan ve düğün fotoğraflarına onlarca para ödemiş. Küçükken hatırlıyorum da kimsede olmayan fotoğraf hazinesi bizim evde vardı.


Babam yaşadığı her anı arşivleme merakıyla durmadan fotoğraf çekerdi. Öyle ki ameliyat olup hastanede yatsa fotoğraf çeker, çektirirdi. Annem her yıl acılar içinde ameliyatlar geçirirken babam fotoğraf makinesiyle o anları ölümsüzleştirirdi. Annem "Ben bu acıları hatırlamak istemiyorum ki" diye içerler, itiraz eder ama babam dinlemezdi.


O zamanlar filmli makineler vardı tabi, babamın ilk makinesi de flaşı olmayan bir makineydi üstelik. Bu nedenle sadece yüzümüzü güneşe vererek, siyah beyaz fotoğraflarımızı çekebilirdi. O yüzden ablamın bütün küçüklük fotoğraflarında yüzü hep buruşuktur. Fotoğrafı çekince yukarıdaki kulakçığı çevirir, filmin ilerlemesini sağlardık, filmin yanması, o kulakçığın birkaç kez çevrilmesi tüm fotoğraflarınızı heba edebilirdi. Bir de o fotoğrafların baskıya verilip çıkmasını beklemek müthiş bir heyecandı, çünkü neredeyse bir hafta sonra basılmış fotoğrafları alabilirdiniz.


O zamanlar Türkiye’de elektronik eşya hem çok pahalı, hem de kısıtlıydı, babamınsa fotoğraf aşkı bitmek bilmiyordu. Renkli fotoğraf makinelerinin, flaşlı fotoğraf makinelerinin piyasaya çıkışı bizim evde coşkuyla takip edilirdi. Flaşsız ve siyah beyaz makineden sonra babam gidip harici flaşı olan ve renkli fotoğraf çeken bir makine aldı ama flaşın gereken yerde patlamayıp gerekmeyen yerde şakır şakır ışıklar saçması adamcağızı küplere bindiriyordu. Avusturalya’dan tatile gelen ve bu sinir anlarından birine şahit olan halam, babama harika bir Canon gönderdi. Harika diyorum çünkü hem dahili flaşı vardı, hem de filmi otomatik olarak kendisi sarıyordu.“Otomatik” diye hava atardık o makineyle. Çünkü flaşı da otomatik ayarlıyordu, filmi de otomatik sarıyordu. Herkes de hayrandı onunla çekilen fotoğraflara. O makine yaklaşık 15 yıl kahrımızı çekti, pil kapağını kırdık, yıllarca yara bantlı dolaştı, pil temas etmiyor diye kapağa değişik baskı uygulama yolları icat ettik ama ilkokuldan üniversiteyi bitirene kadar her anımızda yanımızdaydı. Filmlerini kendimiz takıp çıkardık, filmi sarmayı öğrendik.


Şimdi düşünüyorum da tatile giderken 36’lık filmi koyar bazen de bitiremeden geri dönerdik. Son seyahatimden 500’den fazla fotoğrafla döndüğümü düşünürsek 30-40 kareyle dönmek çok tuhaf geliyor şimdi. Gerçi babama göre manzara çekmek anlamsızdı. İlla ki o karede içimizden biri olmalıydı, öyle yemekmiş, yabancı insanlarmış, dağın, denizin fotoğrafıymış hatta arkadaşlarımızın fotoğraflarını bile çekmemize kızar, filmi boşa harcamış sayardı. Hiç unutmam bir keresinde, bir tatilde bir adam yanımıza yanaşıp onun da fotoğrafını çekmemizi istemişti, ama bizim makinemizle! Babam da kibarca “ama şimdi sizin fotoğrafınızı çekersem, sizi nerede görüp de fotoğrafınızı vereceğim ve veremezsem sizin fotoğrafınızı ben ne yapacağım” diye reddetmişti adamı. Bir poz bile boşa harcanmamalıydı, fotoğraf asla yırtılıp atılmamalıydı.



Yıllarca Canon’umuzla mutlu mesut yaşadık, tatillere yedek 36’lık film alarak gitmeye başladık derken üniversiteyi bitirmemle hayatımıza dijital makineler girdi. Bir kere çektiğin her kareyi görüyordun, beğenmezsen silip bir daha çekebiliyordun, öyle şansına çekilen, fotoğrafın bir köşesinde sadece kafa olarak çıktığımız fotoğraflar yoktu artık. Zoom yapabiliyor, istersek çekilmiş fotoğrafın zoomlu haliyle baskısını çıkarabiliyor, negatifleri saklamak yerine bilgisayarımızda klasörler açıyor, negatiften fotoğraf çoğaltıp paylaşmak yerine maillerimize ek yapıp istediğimiz kadar dağıtabiliyorduk. Dijital makinelerin ilk zamanı alışkanlık gereği fotoğrafları basmaya devam ettik ancak onları da bir saat içinde elimize alabiliyorduk artık. Derken onu da bıraktık. 

Babam da dahil artık hepimiz fotoğraflarımızı sosyal medyada paylaşıyoruz, arşivimizi orada tutuyoruz.


O zaman büyük heyecanla karşılayıp hayran olduğumuz teknolojiyi şimdi eskisine tercih eder misin derseniz uzun uzun düşünürüm. Bir kere ne olursa olsun her fotoğraf maceramdan bir fotoğraf çöpüyle dönüyorum. Güzel çıkmaması ihtimaline karşı arka arkaya çekilen fotoğraf sayısı 10’u buluyor, aynı poz, aynı kare ama duruşu, ışığı daha iyi bir tane var içlerinde. Sonra gereksiz bir sürü bilgi, paylaşım adına çekilen, kopyalanan kareler. Üstelik bunları silmeye bile tenezzül etmiyoruz. Geçenlerde iphone’umda bu temizlik işine bir giriştim, fotoğraf sayısı 1700’den 800’lere düştü. Bir de artık bir sürü programla fotoğrafı istediğimiz ışık, renk, netlik durumuna getirebiliyoruz. Birkaç saniyede, emeksiz, zahmetsiz… Her yaşadığımız anı bir fotoğraf karesinden ibaret görüyoruz. Sürekli bir fotoğraf çekme kaygısı üzerimizde. Bazen bu yüzden anı da kaçırıyoruz. O yüzden son zamanlarda biraz uzak duruyordum fotoğraf çekmekten… 


Öte yandan güzel paylaşımlar, vizyon kazanmak derken bazen bir “an”ın bir “kare”si öyle çok şey anlatıyor ki, fotoğraf çöplüğü değil, güzel bir koleksiyon bırakmak, buradaki izlerimi daha kalıcı, kaliteli hale getirmek için bir Canon EOS 600D edindim. Online eğitimler ve makineyi alanlara verilen ücretsiz eğitimden sonra, herhalde biraz da havalar soğuyup kanımız ağırlaşınca fotoğrafın dünyasında daha da derinlere dalmak niyetindeyim.

O zamana kadar kalitesi şüphesiz, tekniği şüpheli fotoğraflarımla kalın!

*Başlık Jaques-Henri Lartigue’ye aittir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder