31 Ağustos 2013 Cumartesi

Ağustos ajandasından mekanlar, filmler, diziler, kitaplar

Tatil postlarım bitti. Onları bitirene kadar ben de normal hayatıma yavaş yavaş geri döndüm, adapte oldum, yine yaşantımı sevdim, yedim, içtim, gezdim, çalıştım, spor yaptım, balkonumda yemekler yedim, arkadaşlarımla zaman geçirdim, sohbetler ettim, Mr. Balmy ile planlar yaptım, kitaplar okudum, yeni film-dizi keşiflerinde bulundum.

Kısa kısa bunlardan bahsedecek olursam:


1.       Salı Kadınları

Tatil öncesi D&R’da indirime girenlerinden bir sürü kitap aldım, tatilde okumak amaçlı içlerinde chick lit  dediğimiz türden de bir-iki tane vardı. Salı Kadınları bunlardan biriydi, gerçekten de tatilin ilk haftası okuyup bitirdim, sonraki 1 hafta niye yanıma başka kitap almadım diye hayıflanıp durdum.

Özetle uzun yıllardır arkadaş olan ve her Salı toplanıp birbirleriyle zaman geçiren beş kadından birinin eşinin ölümüyle, kadınların bir yolculuğa çıkarak o yolculukta ölen kocanın sırlarını keşfetme hikayesi anlatılıyor.Hızlı okunan, merak uyandıran, ince sayılabilecek bir kitap, tam da amacına uygun, zaman geçirmelik, okumazsanız çok şey kaybetmezsiniz, okursanız niye okudum demezsiniz.

2.       Bir Dizi: Da Vinci’s Demons

Türk televizyonlarından sıtkım sıyrılalı evde zaman geçirme halim genellikle bir şeyler okumak ya da müzik dinlemekten ibaret. Ancak beraber yaşadığım bir Mr. Balmy olunca bu fazlasıyla “özgür” takılmak anlamına geliyor. Onunla beraber yabancı diziler ve filmler alarak nitelikli zaman geçirmek istedik, kendimize bir de kafa dengi bir cd’ci bulduk ki, o “beğenmezseniz iade alırım” diyerek tavsiye ediyor, biz de eve gelip zevkle izliyoruz.

Da Vinci benim ilgi alanlarımdan biridir, küçüklüğümden beri merakımı cezbetmiştir. Da Vinci’s Demons 7-8 bölüm oynadıktan sonra sezon arası vermiş yeni bir dizi. Fantastik de sayılabilir ama o 7-8 bölüm bile bizi bizden aldı. Tarih, entrika, büyü, hayranlık… Birçok şeyden nasibimizi aldık, şimdi yeni sezonu heyecanla, hevesle bekliyoruz.


3.       Üç Film Birden

Cd’cimizin beğenme garantili filmlerinden üçü: Biri Fransız, biri Norveçli, diğeri İspanyol.

Bir Fransız filmi olan Intouchables (Can Dostum) öyle bildiğiniz başı-sonu belirsiz, bitti de burada mı bitti dediğimiz Fransız filmlerinden değil, sıcak bir arkadaşlık hikayesini anlatıyor, oldukça eğlenceli ve güzel vakit geçirten bir film olmuş. Özetle boyundan aşağısı felç olan zengin ve aristokrat beyaz bir adam olan Philippe'e yardımcı olmak deyim yerindeyse el-ayak olmak için siyahi, üstelik hapishaneden yeni çıkmış, son derece “hayta” ancak hayatı da rast geldiği gibi yaşayan Driss işe alınır. Phillippe’e yaşadığı hayatından, gördüklerinden bambaşka tecrübeler yaşatır, hayata basit bakış açısıyla çoğu zaman şaşırtır.

Ummadığımız insanlarla ummadığımız ilişkiler kurar, ummadığımız dersleri onlardan öğreniriz biz de bazen. Bu bazen bacak kadar bir çocuk da olabilir, eğitimsiz biri de. Filmin dokunduğu nokta da bu zaten, hayatta kimden ne alacağımızı bilemeyiz, insanlara yaklaşırken bunu unutmayalım.

İspanyol sinemasından nefis bir film olan El Cuerpo (Ceset) ise ikinci filmimizdi. Benim gibi ezelden beri şaşırtıcı sonlara özel bir merakınız varsa ve bu merakınız sayesinde artık her şaşırtıcı sonu önceden tahmin edebiliyorsanız buyurun ters köşeye! Filmde zengin ve kocasından yaşça büyük Mayka şüpheli bir şekilde kalp krizi geçirerek ölür ve ertesi gün cesedi morgdan kaybolur. İlk şüphelenilen kocası Jamie’dir ve tüm kanıtlar da katilin Jamie olduğu yönünde gelişmektedir. Ancak filmin en sonunda muhteşem bir intikam hikayesi ile tahmin edilemeyecek bir sona varılıyor. Efektlerle germeye hayır diyorsanız, gerilim dozu da gayet yerinde olmuş.

Bence bu üç güzel filmin en güzeli olan Hodejegerne (Kafa Avcısı) ise Norveç’ten kopup ekranlarımıza düştü. Bir insan kaynakları yöneticisi olan Roger aynı zamanda değerli tabloları çalarak ek gelir sağlamaktadır, böylece karısı Diana ile lüks bir hayat sürmektedir. Çalıştığı yere iş başvurusunda bulunan Clas’ın elindeki değerli tabloyu çalarak büyük bir vurgun yapmaya hazırlanırken işler hiç de umduğu gibi gitmeyecektir.

Filmde çok güldüğümüz sahneler oldu, çok duygulandığımız, hayli romantik bulduğumuz sahneler oldu, son derece gerilimli, aksiyonlu sahneler oldu, çok şaşırdığımız sahneler oldu. Ne ararsanız vardı yani. Film başladığında uyumak üzereydim üstelik yorgundum da, filmin ilk 5-10 dakikasında gözlerim kapandıysa da sonrasındaki aksiyonla yatarak bile izleyemedim, ki genellikle gözlerim kapandıysa uykuya direnemem pek.

Norveç’te tüm zamanların en çok izlenen filmi olduğunu da ekleyip izleyin izlettirin, demek istiyorum.

Bu üç film artık bana “Hollywood da neymiş, peh!” dedirtti, cd’cimizi de gıyabında öptük bol bol Mr. Balmy ile… Bundan sonra bol bol film tavsiyesi alabilirsiniz benden.

4.       Hrant

İndirimli kitaplardan biri de buydu, Tuba Çandar’ın kitabı Hrant. Ama öyle chick lit filan değil aksine insanın içine içine işleyen, yüreğini kabartan cinsten 650 sayfalık bir ağıt bence bu kitap.

Hep uzaktım ben bu konuya, HrantDink’i bilirdim sadece.

Bu ülke insanı alıngandır, eleştiriye gelemez, Türk dedin mi kahraman, dürüst, asla kötülük yapmayan bir profil vardır sadece. Tarihi bilmez, araştırmaz, sorgulamaz, öğretilene körü körüne inanır, ona karşı çıkana düşman kesilir. Sanırım bir tür “Doğu Ekspresi” kompleksi.

Hrant Dink’in çocukluğundan, gençliğine, siyasi duruşuna, evliliğine, çocuklarına ve malum sonu getiren sürece ilişkin her şey bu kitapta bölümler halinde ve çevresindeki insanlarca anlatılmış.

Hrant Dink her şeyden önce muhalif bir kişilik. Evet Türk lobilerinde kabul görmüyor ama patrikhaneye de yaranamıyor, Ermeni Diasporasına da. Tipik bir Anadolu insanı üstelik. Hani öyle Ermeni deyince, farklı dinden, milliyetten olunca bambaşka zannediyoruz ya değil aslında. Bu özellikler bizlere bu toprakta yaşamanın vergisi, dinin ya da milliyetin değil.

Parçalanmış bir ailenin çocuğu olarak Ermeni yetimhanesinde büyüyor, elleriyle Ermeni çocukları için Tuzla Kampı’nı yapıyor sonra bir düzenlemeyle sorgusuz, sualsiz, bedelsiz bu kamp ellerinden alınıyor. Bu ülke vatandaşı olduğu halde tüm bürokratik işlerinde hep engelleniyor ya da işi zorlaştırılıyor, o kendini bu ülkeye ait hissettikçe, hissetmek istedikçe, önüne set çekiliyor. Amacı sadece “biz de varız” demek. Bu nedenle bir gazete kuruyor ve geçiyor başına.

Kimsenin toprağını kimsenin elinden almak, yerinden yurdundan atmak gibi bir ideali yok, sadece empati istiyor, sadece kabul görmek istiyor. Başka bir yerde yaşayamayacağını Türkiye’ye ait olduğunu söyleyip duruyor. Hakkında davalar açılıyor ve mahkumiyet kararı çıkıyor, yazdığı bir yazıdan dolayı. Üstelik yazıdan bir cümle cımbızlanıp önüne arkasına bakılmadan herkes çığırtkanlık yapmaya başlıyor. Yine bir fısıltı gazetesi çalışması örneği ile kimse “dur bakıyım bu yazının tamamında ne yazmış bu adam” demeden kulaktan kulağa yaygarayı büyütüyorlar, büyütüyoruz. Halbuki yazının asıl dokundurduğu kesim Ermeni Diasporası’ndan başka bir şey değil. Hem sadece o cümleyi, tam da bizim anladığımız anlamda söylemiş olsa ne olur ki, hani ifade özgürlüğü? Ya da niye böyleyiz, niye “konuşsun dursun” deyip ciddiye almazlık yapamadık?

Bir canı almaya değer miydi? Gelip geçtiğimiz dünyada, doğumla kazanılan, seçemediğimiz değerler bu kadar mı önemli?

Bir belge bu kitap, bir anı kitabı, bir ağıt, bir belgesel…

Bilmek, öğrenmek isteyenlere tavsiye edilir.

5.       Behzat Restoran ve Kolyoz Balık Restoranı:

Hayat tabi sadece okumaktan ve film izlemekten ibaret değil. Bu hafta daha önce sık sık gittiğim Behzat Restoran’ı ve ilk kez gittiğim Kolyoz Balık Restoranı’nı da hayırladım. 

Behzat Restoran Birlik Mahallesi’ndeki geniş alana ve bahçeye yayılmış haliyle oldukça sevdiğim bir mekan haline geldi. Öncelikle fix mönülü Egeli bölümünde canım ortaokul arkadaşım Nuray’ın sahneye çıkması bu keşifte etkili olduysa da daha sonraki eğlencelerimizin birçoğunu orada yapmamızda gerçekten başarılı mezeleri ve iyi hizmetleri etkili oldu.

Bu hafta müzik-eğlence için değil, sohbet için Behzat’ın restoran kısmında yine bir kızlar gecesi yaptık. Yine her şey mükemmeldi. Bir kez daha hizmet anlayışları ve sultani başta olmak üzere mezelerinden dolayı kendilerini tebrik ediyorum.

Balgat’taki Rıfkı, Bahçeli’deki Hüsnü, Park Caddesi’nde açılacak olan Behzat da aynı işletmeye ait.


Cumartesi akşamı Mr. Balmy’nin 33 gibi seksi bir yaşa girmesini kutlamak üzere önce Kolyoz Balık’ta baş başa bir rakı-balık akşamı yapalım dedik. Tadılacak çok şey olduğundan tahinli yoğurtlu patlıcan ezmesi, fava  gibi bir iki soğuk mezeyle başladık. Balık olarak barbun ve karides Adana söyledik. Gerçekten denediklerimizin hepsi çok lezzetliydi. Yalnız karides Adana üzerine bir şey söylemek isterim, ben karidesin pür tadını çok sevdiğimden öyle baharatlı, acılı hale getirip tadını kesmeye gerek olmadığı düşüncesindeyim, kötüydü diyemem, bizim için yanlış tercihti, diyeyim.

Asıl jest ise sonrasında geldi. Ben rezervasyon yaptırırken eşimin doğum günü, lütfen güzel bir masa ayırın bize, demiştim. Önce bir görevli gelip fotoğrafımızı çekti, üzerinde durmadık, herhalde facebook sayfalarına filan koyacaklar, diye düşündük. Yemeklerimiz bitmek üzereyken servis masamıza çikolata sosları filan konuldu, herhalde unuttular burada, derken, üzerine mum konulup mutlu yıllar yazılmış sıcacık bir çikolatalı sufle geldi masaya, bir şişe de şarap, üzerine az önce çekilen fotoğrafımız yapıştırılmış! Böylesi bir jeste ağzım açık kalakaldım ve Kolyoz’u ailemizin balıkçısı ilan ettim!

Yemeğimiz bittiğinde bu kez arkadaşlarımızla buluşup Suit 34’te sabahlar olmasın diye diye sabahladık. Gece klubü ortamlarının alkolsüz çekilmediğini düşündüğüm halde araba kullanma sevdasına içemedim ancak şunu söyleyeyim Suit 34’ün de DJ’i çok başarılı, ayık kafaya bile çekilir kılıyor.

Bu seferlik tavsiyelerim bu kadar.

Öperim:)

25 Ağustos 2013 Pazar

Toledo

Madrid şehir merkezini bir tam günde gezmek mümkün. Dolayısıyla Madrid’e gelmişken mutlaka Toledo’yu görmek gerek.

Sabahın erken saatlerinde yine yollara düşüp bu kez kendimizi tren istasyonunda buluyoruz. Madrid-Toledo arası hızlı trenle yarım saat sürüyor, gidiş-dönüş 20 euro. Hemen ilk trene atlayıp tutuyoruz Toledo’nun yolunu. İner inmez bus turistica alıyoruz istasyondan.







Toledo’yu gezmek için iki seçenek var: Birisi bus turistica diğeri de Zoco isimli tren. Bus turisticanın şehrin kalesine kadar çıktığını ve şehri yukarıdan görme imkanı sağladığını araştırmalarımda keşfettiğimden bus turisticaya biniyoruz. Gerçekten de Toledo’yu bütünsel olarak görüyoruz, hatta fotoğraf molaları da veriyoruz. Şehrin çevresinde bir tur attıktan sonra rehberimiz James ile birlikte bu kez şehrin sokaklarına dalıyoruz.








Toledo tipik bir Müslüman şehri olarak İspanya’nın ortasında orijinal haliyle duruyor. Rehberimiz James anlatıyor: “Bu dar sokaklar, meydansız şehir… Toledo tipik bir Müslüman şehridir. Müslüman şehirlerinde meydan olmaz, çünkü Müslümanlar eğlencelerini evlerinde yaparlar, sokaklarda değil…” Bu seyahat boyunca duyduğum en güzel tespit bu! Gerçekten hep merak ederdim, nedir bizdeki bu meydanları istila hali? İlk seyahatimi İtalya’ya yapmıştım ve ilk dikkatimi çeken bu olmuştu: Devasa meydanlar ve asla tek bir yapı yok meydanda. Bizde öyle meydanlar olsa onlarca büfe konur, ne bileyim polis noktaları, avm’ler, hatta araç trafiğine açılır filan… Uzun zaman düşünüp çıkamamıştım işin içinden, James noktayı koydu. Zaten getirilen alkol düzenlemeleri filan da ele vermiyor mu bu mantığı, ne yapıyorsanız evinizde yapın, diyorlar açık açık… Ne karnaval geleneği var, ne festival. Bayramlarımızı bile tanımadığımız insanlarla bir arada kutlamayız biz. İçerliyorum ama ne yapalım biz de böyle bir dünyanın içine doğmuşuz.



Ardından Toledo katedraline kadar sokakları dolaşıyoruz beraber. Orada ayrılıyoruz. 




Karnımız acıktı bu arada. Günlerdir lokal yemekler yemekten bunalmış olacağız ki katedralden meydana çıkan sokağın hemen sol köşesinde bir cafe görüyoruz ismi La Malquerida. Çorba, salata, pizza, 1 içki ve kahve 9 euro gibi set menüler hazırlamışlar. İçeride sadece kadınlar çalışıyor, ambiyansı, dekorasyonu şahane, mesela barın üzerindeki lambalar rendeden yapılmış. Ben lazanyalı, Mr. Balmy de pizzalı bir menü seçiyoruz, ortam o kadar güzel ki kendimizi ikinci içkileri söylerken buluyoruz. 

Ardından kalkıp şehri turlamaya başlıyoruz, dar sokakların arasında kayboluyoruz, fotoğraflar çekiyoruz. Böyle böyle epey dolaştıktan sonra sıcak yine enerjimizi çekince oturup bir sürahi sangriayı içiyoruz ama ayağa kalkınca görüyoruz ki bizi fark etmeden fena çarpmış.

Trene yetişmek üzere kalkıyoruz ama Mr. Balmy o kafayla elindeki haritadan yolu yanlış görünce, devasa bir yokuşu tırmanıp kendimizi hastanenin bahçesinde bulmamıza neden oluyor. Bu sefer treni kaçıracağız diye güneşin göbeğinde, kafamız güzelken koşuyoruz üzerine. Neyse ki trene yetişiyoruz.

Madrid’e döndüğümüzde otele gidip giyinip dışarı çıkalım diyoruz ama duştan sonra Mr. Balmy tir tir titremeye başlıyor, ateşi yükseliyor. Ona bir ilaç verip ben de uyuyorum mecburen. Sabah da ateşi düşmüyor. Florance Nightangale olarak ıslak havlular, ilaçlar, zorla yemek yedirmeler eşliğinde ilgileniyorum onunla ama içten içe de kızıyorum açıkçası, son günümüzde bizi otele bağladı diye. O gün akşamüstü uçağımız var çünkü.

Son gün için benim Prado müzesine, onunsa Real Madrid’in Stadı Santiago Barnabeu’ya gitme planlarımız vardı. Sağolsun beni azat ediyor da Prado müzesini gezmeye gidiyorum o otelde yatarken.

Prado Müzesi Madrid seyahatinde mutlaka listeye alınmalı, gerçekten çok etkileyici, çok sarsıcı. Aklım Mr. Balmy’de kaldığından çok rahat gezemesem de gördüğüm bile ağzımı açık bıraktı diyebilirim. Ardından son birkaç hediyelik eşya alıp şehrin merkezinde son bir turdan sonra metroya atlayıp otele geri döndüm.
Mr. Balmy de Türkiye’ye iner inmez iyileşti. Sanırım vücudu artık benim tempoma isyan etmişti, kimbilir.


Madrid



Barcelona’dan Madrid’e 8 saatlik otobüs yolculuğu ne kadar akıl karıdır bilinmez ama biz yaptık öyle bir şey. Sabaha kadar süren Barcelona gecemizin ardından iyi bari otobüste uyuruz dedik ama rehber konuştu da konuştu.




Bir molayı Zaragoza denilen küçük kasabada verdik, hani görülmese de bir şey kaybedilmez, zaten aynı doku, mimari Madrid’te de insanı karşılıyor. Ardından yeniden bindik otobüse benim de çok sevdiğim Goya’nın Hayaletleri filmini izlerken nihayet uyumuşuz ama hoşaf gibiyiz, hoşaf.

Akşamüstü otele girdiğimizde mutlaka çıkıp gezmeliyiz, zaman kısıtlı düşüncesindeyiz ama benim pilim bitti. Mr. Balmy de benden farksız… Eğlenceyi, zevki işkenceye dönüştürmenin bir alemi yok, bu akşamı otelde dinlenerek geçirelim yarın kaldığımız yerden fitili ateşleriz diyoruz.

Önce güzel bir yıkanıp aklanıp paklandıktan sonra pizza sipariş ettik, odamızın balkonunda bir şişe şarabı da açıp karnımızı doyurup şarabın verdiği mayhoşlukla rahat bir uyku çektik.

Ertesi sabah zımba gibi uyanıp erkenden elde metro haritası+şehir haritası düştük yollara. Şehrin merkezi Sol’de inip ayaklara kuvvet gezilesi yerleri görmek üzere daldık Madrid sokaklarına.




İlk hedefimiz Plaza Mayor’du. Sabahın erken saatinde kimsecikler yokken fotoğraf çekme işlemine başlamıştık ki bir “yüzsüz” geldi buldu beni. Biraz da korktum açıkçası, ortalıkta kimse yok böyle ucubik bir şey bitiverdi bir anda dibimdeJ



Yürüyerek şehri keşfetmeye çalıştık bir süre, uzun uzun hediyelik eşya dükkanlarına baktık, ara sokaklarına daldık, sonrasında kraliyet sarayı Palacio Real’e ulaştık. Gelmişken içine de girelim dedik ve sarayı gezdik. Bir Hermitage, Peterhof ya da Versailles değil, onların yanında oldukça mütevazı bir saray. Özellikle savaş müzesinde zırhlı asker maketleri, silahları görülmeye değer.



Sarayın hemen yanındaki parkta da birkaç şehir manzaralı fotoğraf kareledik. Ardından GranVia ismindeki büyük alışveriş caddesinde bir şeyler atıştırıp yeniden Sol Meydanı’na gittik. Meşhur ayı heykeli ve sıfır noktasını görüp bu kez müzeler bölgesine doğru yürüyorduk ki önce ben Marypaz isminde harika bir ayakkabıcıya rastlayıp 19 euroya iki şahane ayakkabı edindim, ardından Mr. Balmy Futbolmania isimli bir mağaza bulup orada kendini kaybetti, dolayısıyla bir hayli oyalandık.



Sonrasında müzeler bölgesine doğru yol aldık. Thyssen, ReinaSofia ve Prado müzeleri Madrid’in en ünlü ve görülesi müzeleri. İstenirse bu üç müzeye toplu olarak bilet alınıp birer giriş hakkıyla bir yıl içinde kullanma imkanınız oluyor. Ben üç müzeyi de görmek istediğimden 24 euroya toplu bileti alıp önce Mr. Balmy ile bir strawberry margarita keyfi yaptıktan ve onu Madrid notları ve sangriasıyla cafede bıraktıktan sonra, önce Thyssen müzesine giriyorum. 





Modern sanat eserlerinin sergilendiği bu müzede Reflection isminde bir oda bulunuyor, görmenizi tavsiye ederim. Sonrasında Mr. Balmy’i alıp bu kez Reina Sofia’ya gidiyoruz o yine müzenin önünde oturup etrafı seyrediyor ben müzeyi gezerken. Orada da modern sanat eserleri yanında Picasso, Dali gibi pek çok ünlü ressamın eserlerine rastlamak mümkün.

Müzelerden sonuncusu olan ve asıl görülmesi gereken (tabi benim gibi klasik sanata, Goya’ya, Rönesans eserlerine meraklıysanız) Prado’yu Madrid’in son gününe saklamaya karar veriyorum.



Oradan çıktığımızda sıcak iyice bastırmış ve bizi yormaya başlamış durumda. Oldukça salaş bir yerde ekmek arası kalamar-bira atıştırdıktan sonra Madrid’in meşhur parkı Retiro’ya doğru tabana kuvvet gidiyoruz. Ama o kadar yorulmuşuz ki parka girer girmez kendimizi çimlere bırakıyoruz. Biraz ayaklarımıza “geçti, geçti” telkininden sonra bu kez susuzluğumuzun sesi yükseliyor içimizden, gidip içecek bir şeyler bulalım diyerek parkın içine doğru ilerleyince zaten büyükçe bir havuzun olduğu meydana çıkmış oluyoruz. Hemen 1,5 litrelik suyu masaya koyup bardak bardak içtikten sonra havuzdaki balıklara, ördeklere yem atmaya başlıyoruz.





Parka bir akşamüstü rahatlığı çökmüş durumda, kalabalıklaşıyor git gide ve insanlar günün stresini atıyor. Sonra birden bire taşıdıkları devasa amfileri kurup hip hop yapan 5 tane genç dans etmeye başlıyor. Yoğun bir kalabalık ilgiyle onların danslarını izliyor. Biz de katılıyoruz bu kalabalığa. Grubun gösterileri bitene kadar izliyoruz. Sonra ağır aheste parkta dolaşıyoruz. Çimlerin üzerine sere serpe uzanıyoruz, ağacı, kuşları, gökyüzünü izliyoruz, ağlayan ayaklarımızı susturuyoruz çimlere basarak.



Hava kararmaya başladığından kalkalım yavaştan diyoruz. Biraz yürüyünce karşımıza capoeira yapan bir grup çıkıyor, hem de ailece! Grup capoeira yaparken yanlarına da bir bebeği oturtmuşlar bebek de onlarla alkışlıyor, bağırıyor, elindeki bisküviyle enstrüman çalar gibi yapıyor hiç ağlamadan. Öyle güzel bir manzara ki, içerliyorum biz kendi ülkemizde neden böyle manzaralar göremiyoruz, yaşatamıyoruz, niye böyle rahat olamıyoruz, niye hep hayatımızı kanırtarak yaşıyoruz, çevremizdekileri aynı kasıntı hava içinde yaşamaya mecbur bırakıyoruz diye… Çok fırın ekmek hikayesi belki de!




Parkın pek çok yerinde bu tarz etkinliklere rastlayarak parktan çıkıyoruz ve akşam yemeğimizi yemek üzere yine Plaza Mayor yakınlarındaki Mercado De San Miguel adındaki pazara gidiyoruz. Pazar dediğime bakmayın, burada küçük küçük dükkanlarda tıpkı semt pazarı mantığında bir sürü küçük dükkanda istediğiniz yemeği seçip bistro masalarında oturup yiyebiliyorsunuz. Ambiyans şahane ama yer bulmak bir mesele! Tam vazgeçip dışarı çıktığımız anda hem de sokak manzaralı bir masa bulup hemen yeniden içeri koşuyoruz ve istiridyeli, paellalı bir akşam yemeği üzerine dondurmalarımızı da yiyip otele dönmeye karar veriyoruz.


24 Ağustos 2013 Cumartesi

700 metre yükseklikteki roller coasterı, tapas, sangria, flamenko ve gece hayatıyla: Barcelona!

Barcelona’ya gidecekseniz, sayfalarca gidilecek yer bulabilirsiniz, onlarca tapas bar, restoran… Bunların içinde de mutlaka “şuraya çıkın, Barcelona’yı bir de tepeden görün” yazacaktır. Montjuic, Montserrat, Tibidabo…
Montjuic’e ilk akşam 10 dakikalığına da olsa gitmiştik, Montserrat’ın ise bizim Sümela gibi bir yer olduğunu okudum ama yolu uzun sürdüğünden biz de başka bir tepeye çıkıp Barcelona’yı gördük: Tibidabo’ya. 


Barcelona’daki son günümüzün sabahı erkenden önce son durağı Tibidabo olan metroya, ardından 196 numaralı otobüse, en son da finükülere binerek Tibidabo tepesine ulaştık. 












Devasa bir kilise, eğlenceli bir lunapark ve bir anten kulesi var Tibidabo’da. Ancak günlerden Salı olduğu ve lunapark ve anten kulesinin çarşambadan pazara açık olduğunu bilmeden gittiğimiz için sadece Barcelona manzarası izlemekle geçti buradaki zamanımız. Ancak yolculuğu ve manzarası gerçekten değdi. Daha sonra 700 metre yükseklikteki kilisenin en tepesine çıkıp Barcelona’ya bir de oradan baktık, bu görkemli kiliseye ve eşsiz manzaraya doya doya bakmak harikaydı! Bu yükseklikteki roller coaster bile o kadar heyecan yaratamazdı herhalde!





Ardından La Rambla’ya inip eve götüreceğimiz VineEsmeralda alışverişlerimizi yaptık, sonra da önünde kuyruklar oluşan tapas restoranı Les Quinze Nits’te tapas ve sangriadan oluşan bir keyif yaptık harika bir meydan olan PlaçaReial’de. Ardından da La Rambla’daki meşhur pazarı ziyaret edip otele döndük.





Gece tekrar dışarı çıkıp LasTarantos’ta muhteşem bir Flamenko gösterisi izledik. Canlı müzik eşliğinde, gözlere, kulaklara bayram bir şov oldu. Ardından biraz da Barcelona gecelerini keşfedelim dedik ve Barceloneta adındaki harika sahil şeridinden ilerleyerek gece kluplerine ulaştık. Opium, Catwalk, Shoko gibi pek çok ünlü clubın içinden Opium’u tercih ettik. Geniş geniş koltuklar koymuşlar mekanın bahçesine, isteyen oturuyor, isteyen uzanıyor, müzik sesi de eğlendirecek derecede geliyor üstelik dışarıya, zaten içeride pek kimse takılmıyor. Mojitolarımızı bunun şerefine kaldırdık, biz ne zaman eğlenmeye gitsek, 10 kişilik masaya 2 tane bistro sandalyesi düşer, kızlar arasında bir sandalye kapma yarışı başlar, sandalye kapamayan da son çare olarak ayakkabılarını çıkarır atar, o yüzden bunun tadını çıkardım bol bol, zaman zaman uzandım, zaman zaman yattığım yerden dans bile ettim. Barcelona’daki son günümüzü sabahın ilk ışıklarına kadar sürdürdük.


Yapılacak çok şey, gidilecek çok yer vardı, kaldı da… Bir daha gidilmeli orası kesin!