16 Ağustos 2014 Cumartesi

Trabzon'da ne yapılır?


Sabahın ilk ışıklarıyla Çayeli’den yola çıkıp çayın bardağımıza gelişine kadarki hikayesiyle Özçay fabrikasında mola veriyoruz. İkram edilen çaylarla ziyareti noktalıyoruz.





Çay fabrikasının ardından Trabzon’da geçecek bir gün için önce Trabzon Atatürk köşkünün yolunu tutuyoruz. İçerisi aylardır tadilatta olduğundan giremesek de dışarıdan birkaç kare fotoğrafla idare ediyoruz. Atatürk’ün toplamda üç gün kaldığı ve Dersim İsyanı’nı buradan yönettiği söyleniyor. Gerçekten de bir önceki gelişimde içine girip Atatürk’ün kendi elleriyle işaretlediği kocaman Türkiye haritasını görmüştüm.


Uzun otobüs yolculuğunda kah müzik dinleyerek kah kitabıma gömülerek, çoğu zamansa muhteşem doğa manzaralarını izleyerek Hamsiköy’e öğle yemeği yemeye gidiyoruz. 


Adının Hamsiköy olduğuna bakmayın dağın başında bir köy burası! Yemeklerinin namı Lonely Planet’a kadar gitmiş olan Osman Usta’da öğle yemeği yiyoruz. Çelik tabaklarda gelen yayla çorbası, kuru fasulyesi, köftesi enfes, hele bir sütlacı var... Başka da bir şey demiyorum! 




Yemekten sonra birkaç fotoğraf ve istikamet Sümela Manastırı.


Sümela Manastırı’nın yer aldığı vadi aynı zamanda derelerin aktığı yemyeşil bir milli park. Bayram nedeniyle mangalcı istilasından bir hengameyle girebiliyoruz parka. Rehber burada yürüyerek değil, minibüsle manastıra çıkmakta ısrar ediyor.







Daha önceki seyahatimden bildiğim üzere Sümela Manastırı’nın esprisi dışarıdan görünüşü, metrelerce yukarıda kayalara oyulmuş manastırın içinde ise bizim Kapadokya’dan alışık olduğumuz küçük kiliseler ve onların ikonları yer alıyor. Yani Sümela Manastırı’ndaki asıl keyif orman içi patikadan manastıra tırmanmak, derenin şırıltısını, yeşili, çakıllı yolun zaman zaman zorlayışını ve ağaçların arasından manastırın görüntüsünü tadarak yukarı çıkmak. Minibüse binip yakınında inmenin ise hiçbir numarası yok. Biraz çıkıntılık yaparak MrBalmy, ben ve babam kendi kendimize tırmanmaya başlıyoruz. Zaten o trafikte 1.2 kilometrelik yokuşu onlardan önce çıkmış oluyoruz çoktan, hem de keyifli ve maceralı bir şekilde.







İçerideki mozaiklerin hikayesi muhtelif kiliselerdekilerle aynı:Adem, Havva, Meryem, İsa ve mucizeleri… O yüzden yine rehberle çok takılmadan fotoğraflarımızı çekip bu kez babamla aynı yolun inişine geçiyoruz. Aşağıya inişte kendimizi oradaki bir cafeye atıp kahvelerimizi içiyoruz, etrafta dolaşıyoruz, ağaçların altında oturuyoruz. Bizim aşağıya inişimizden neredeyse 1,5 saat sonra minibüsçüler yanımıza gelebiliyor.
Sonra yine otobüslere doluşup bu kez gece kalacağımız yayla için yolculuk başlıyor. Belli bir mesafeden sonra otobüs çıkmadığı için yolda minibüslere geçiyoruz. Minibüs şoförü komik mi komik bir Karadenizli, kıvrak zekalı, esprili… Tayyip-Ekmeleddin esprileri gıcık etse de yolun geri kalan kısmı keyifli geçiyor, zaten hava kararmış, izlenecek manzara da yok…

Kayabaşı Yaylası’ndaki tesislere geliyoruz, ahşaptan yapılma odalarımıza yerleşiyoruz ve evet temmuz ortasında kalorifer yanıyor!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder