30 Nisan 2014 Çarşamba

Son zamanların özeti: Eymir, nişan tepsisi, leke tedavisi, nereye, paula...

Sesim soluğum çıkmaz oldu kaç zamandır, yazmaya değil, yayınlamaya üşenen ilginç bir yapım var.

Eee madem bahar geldi, silkeleniyoruz, üzerimizdeki ölü toprağını atıyoruz; buraya da iki kelam yazmak ve daha da önemlisi yayınlamak farz oldu.

Hayatım aynı şekilde akıp gidiyor aslında. Sürekli bir hareket, bir şeyler yapma, bir şeyleri halletme, bu arada sosyal hayat, kültürel aktivitelere yetişme, planlar, programlar arasında koşup duruyorum.

Öncelikle artık güneş yüzü görmeye başladık. Bunun en güzel yanı artık dışarıda daha çok vakit geçirebilmek oldu bu da spor tutkuma yeni bir şeyi ekledi: Açıkhava yürüyüşleri.



Aslında bu konuya yabancı değilim. Özellikle üniversite döneminde yürüyüş benim hayatımın önemli bir parçası olmuştu. Hayatımla ilgili pek çok farkındalığı yürürken yakaladım. Sonra işe başladım, iş öncesi parkta koşup işe öyle gittim. Banka müfettişi iken hangi şehre gitmişsem, mevsim ne olursa olsun hep sabah koşusuna çıktım. Ankara’da yerleşik hayata geçip erken başlayan mesai de üzerine eklenince spor salonuna üye oldum. O zaman bu zamandır, yürüyüşler spor salonunda koşu bandının üzerinde gerçekleşiyor.


Havalar güzelleşince Pazar sabahları denk gelen arkadaşlarla Eymir Gölü çevresinde yürümeye başladık. Bu artık bir ritüel oldu ve onca idmana rağmen 2 saatin sonunda bacaklardaki ağrı, yanma bizde endorfinde tavan yaptırdı. Ankara’da bir kaçış noktası, temiz hava, biraz su, bol oksijen için bir Pazar yürüyüş ya da bisiklet sürmek için bence iyi bir kaçış. Sonrasında da mis bir kahvaltı olursa “keyif” listenize yeni bir hane ekleyebilirsiniz.

Güneşle ilgili tek korkum yüzümdeki daha önce burada bahsettiğim leke tedavisinin muhteşem sonuçlarının ortadan kalkması olacak. Bu yazı dikkatli geçirmek zorundayım. Üç aşamalı fotom aşağıda, kesinlikle fotoğraflarla oynamadım.


Öte yandan ölü toprağı atmak için bir bahar temizliğine girişmek, evimizi ve hayatımızı mümkün olduğunda sadeleştirmek bu aşamada tam da kafa yorulası bir şey. Son zamanlarda dünyada da trend olmuş "simplfy your life"tan yola çıkarak 23 Nisan’ı evdeki dolapların içinde geçirdim. İlginçtir daha taşınalı 1.5 yıl olmuşken bunca atılacak şeyi ne ara biriktirdik hayret ettim, kıyafetten mutfak eşyasına kullanmadığım ne varsa ayırdım kenara, 6 jumbo boy çöp torbası doldu. Ayakkabılarımdan ayrılamıyorum, bir de o meselenin üstesinden gelirsem hayatım çok kolaylaşacak.

Bu blogun kuruluş nedeni öncelikle kendi el emeğimle hazırladığım tasarımlardı. Ancak insan oturduğu yerde nişan tepsisi, nikah şekeri hazırlayamıyor, illa ki bir vesile olmalı... O vesile sevgili Ülkücüğüm'ün nişanı oldu bu sefer. Mr. Balmy ile malzeme alışverişi için Ulus'ta attığımız turlar onun da epey hoşuna gitti. Malzemeleri alıp eve geldikten sonra kızları evde toplayıp onlara kısır ve çay servisini yaptırırken ben de çalıştım, çabaladım ve nişan tepsisini, makasını hazırladım. Konsept kırmızı-siyah olduğu için bir de kırmızı siyah kapı süsü yaptık. Ayna müthiş bir fikir bence!



Bu arada filmler, okumalar da devam ediyor. Araya bir de tiyatro oyunu sıkıştırdım üstelik.

Devlet tiyatrolarının tatile girmesine az bir zaman kaldı. Bu son demleri değerlendirmek için bu kez kalabalık kız grubuyla rotamız Küçük Tiyatro oldu. Lise yıllarımdan kalma alışkanlıkla öncesinde yanındaki Mudurnu Tavuk Lokantası’nda karnımızı doyurup ardından oyunu izledik.


Nereye tiyatroda ikinci sezonunda. Bir kamyon kasasında çeşitli nedenlerle yurt dışına kaçmaya çalışan çeşitli milletlerden, bambaşka kaçış nedenleri olan insanların hikâyelerini ve ortak hayallerini dinliyoruz oyun boyunca.

Açık söylemek gerekirse oyunun başlangıcında biraz klişe ve iç karartıcı bir hikâyeyle karşı karşıya olduğumuzu düşündüm. Ancak sonrasında gerçekten eğlenceli diyaloglar, çarpıcı sahnelerle karşı karşıya kaldık. İki buçuk saat süren bu oyunda Orta Doğu’nun yapısal sıkıntılarının bambaşka şekilde yansıdığı hayatlara tanıklık ediyorsunuz. Kimi savaştan, kimi töreden, kimi de ekonomik nedenlerden kaçıp daha müreffeh bir hayatın hayaliyle risk alıp yollara düşüyorlar, bu yolculuk sonunda vardıkları yerleri de oyunun aralarında görüyoruz. Ayrıca eğlenceli ve komik sahneleri de bir hayli fazla.

Devlet tiyatroları özellikle biz Ankaralılar için bir nimet. Oyunculuklara diyecek yok ancak bence dekor ve kostüm konusunda gerçekten başka bir sanatı daha konuşturuyorlar. Tabi ki daha geniş kaynaklara sahip olmaktan kaynaklanıyor bu ama görsel şölene de diyecek yok… Nereye de özellikle dekor anlamında çok çok başarılı. Ankara’daysanız, bu nimetten 10 liraya faydalanabilirsiniz, bence kaçmaz.

Ve bahsetmeye değer bir kitap derseniz, benim Isabel Allende hayranlığım geçen yıl Ruhlar Evi’yle başlamıştı. Bu blogta da yazısını okumuşsunuzdur, sonrasında Yüreğimdeki Ülkem ile Ruhlar Evi’nde tanıdığım yazarın ailesinin hikayesini biraz daha belgesel kıvamında okumuştum. Paula da bu seriden sayılacak bir kitap. Aslında hepsi birbirinden bağımsız kitaplar ama yazarın kendisinin ve ailesinin hikayesi olunca biraz o hissi veriyor.



Yazar, kızı Paula ölüm döşeğindeyken iyileştiğinde okuyup hayatını hatırlasın diye başlıyor yazmaya ardından kendi kendini terapi için yazıyor, sonrasında da gelen ilhamla bu roman çıkıyor ortaya. Gerçekten akıcı, hisli bir kitap. Şili’nin siyasi hayatına, gündelik yaşamına ve öte yandan kadın bakış açısıyla aşk, siyaset, ölümler, acılar, başarılar gibi pek çok konuya dair bir kitap olmuş.

Benim gibi iyi bir kadın yazar bulup peşine düşmek isterseniz Isabel Allende’yi bir okuyun derim. Ben şimdiden bir başka kitabının daha siparişini vermiş bulunmaktayım.

Havadisler şimdilik bu kadar, sosyal medya detoksu iyi durumda, see you!



27 Nisan 2014 Pazar

Yeni bağımlılığımız: Sosyal Medya!

Sabah gözümü açar açmaz elime telefonu alıyorum, ben uyurken neler oldu diye kurcalamaya başlıyorum.

İşe geliyorum, çalışma aralarında telefonumu kurcalıyorum.

Bir yerlerde bir şeyleri beklerken telefonla oyalanıyorum. Şarjım yeterliyse beklemek hiç sorun değil.

Eve geliyorum, uyku öncesi neler olup bitmiş telefonu kurcalıyorum.

Dahası bir haftadan fazla süre görüşmediğimizde birbirimizi özlediğimiz arkadaş grubumuzla bir araya geldiğimizde kafaları telefona gömmüş buluyoruz bazen kendimizi.


Hepimizin bir oyuncağı var güzel, muhteşem. Ancak o sanal dünyanın rüzgarına kapılıp “gerçek” olan hayattan, güzelliklerden mahrum kalmak neden? Sosyal medyada paylaşmak için geziyor, yiyor, içiyor gibi hissediyorum kendimi bazen. Son zamanlarda gezmeye gittiğim yerlerde fotoğraf çektirmeyi/çekmeyi bile canım istemez oldu sırf bu yüzden. O en güzel kareyi yakalamak için zaman kaybediyoruz, hatta bazen strese bile giriyoruz. Bu arada anın tadını çıkarmak gibi muhteşem bir zevki çöpe attığımızı fark etmiyoruz bile, her şeyi karelenip paylaşılacak fotoğraflar olarak görüyoruz. Elimizin altında, her şeye bu kadar kolay ulaşınca ilgi alanlarımıza, dolayısıyla kendimize emek harcamaya sabrımız kalmıyor, insanı git gide daha yüzeysel, her şeyden haberdar ama hiçbir şeyden de habersiz yapıyor bu illet.


Hafta sonu sevdiğim bir arkadaşımla tam da bundan konuşmuştuk. “İnsanı mutsuz ediyor bu” dedi. “Evde en leş halinle, pijamalarınla otururken bir başkasının en bakımlı, en güzel halinin fotoğrafını görüyorsun ya da evde televizyon karşısında pinekleyip sıkıntıdan patlarken birilerinin bir yerlere gidip gezip eğlendiğini görüyorsun, kendini bomboş, hayatı kaçırır hissediyorsun” dedi. Çok doğru bir tespit değil mi? Benim böyle hissettiğim çok oldu, sosyal medya takipçisi herkesin de başına gelmiştir. Sanki insanlar günün 24 saati o profildeki gibi yaşıyorlar gibi bir algı oluşuyor. Benim de sosyal medyanın ilişkileri de bozduğu konusunda bir tezim var. Biriyle bir şey yapıyorsun, diğeri buna bozuluyor, afra tafra yapıyor, ilişkiyi kopma noktasına getiriyor, ihanete uğramış muamelesi yapıyor ya da ona zaman ayırmadığında paylaştığın bir şeyden seni vuruyor.


Bir de şunlar var mesela: Geziyorsun, yiyorsun, içiyorsun bunları da paylaşıyorsun. Eleştirmiyorum, ben de yapıyorum, seviyorum bu durumu ama bir başkası senin bu haline uzaktan hasetle, gıptayla ya da aklına gelmeyecek binbir türlü hissiyatla yaklaşıyor. Sen gittiğin bir yerin fotoğrafını paylaşıyorsun, altında hiçbir beğenme, hiçbir yorum yapmıyor, sonra seninle karşılaştığında kinayeli kinayeli “gezmeye gitmişsinnn, hayat sana güzel maşallahhhh” diye aklınca lafı sokuyor.


“Sosyal medya çok zararlı bir şey” konulu bu yazıda nereye geleceksin derseniz, tıpkı sağlıklı beslenme gibi son zamanların trendi bir meseleden bahsetmek geldi içimden: “sosyal medya detoxu”. Daha çok kitap, daha çok müzik, daha çok film, daha çok sosyal aktivite, “gerçek” olana daha dikkatli bakmak, görmek, hissetmek gibi hayatı daha “aktif” yaşamak in, hayatı sadece seyirci konumunda geçirdiğimiz, üretmediğimiz sosyal medyada ya da televizyon karşısında vakit geçirmek out!


Bu nedenle ben de bugünden itibaren bir sosyal medya detoxuna girmeye karar verdim. Telefonu kendimden mümkün mertebe uzakta tutarak, en azından kısa bir zaman diliminde sosyal medyada dolaşıp televizyonu olur olmaz açmayarak başlamak istiyorum. Filmler izlemek, oyunları takip etmek, okumak, meditasyon gibi ruhuma yönelmek, hiç olmadı kendimi sokağa atıp dışarıda akıp giden hayatı daha çok görmek, hissetmek, buna kafa yormak istiyorum. Yılbaşı dilekleri, pazartesi başlanan diyetler gibi değil, sahiden istiyorum, en azından kendimi ne kadar tutabiliyorum görmek için. Sosyal medyada paylaşma olgusu olmadığından gerçekten neden keyif alıyorum iyice anlamak için. Hadi bakalım yolum açık olsun!

*Görseller çeşitli internet sitelerinden alıntıdır.