26 Ekim 2014 Pazar

Bir pazar ritüeli: Kale'de kahvaltı ve tiyatro

Kış, erkenden kararan, uyanınca aydınlanmamış, soğuk, is kokan hava kadar hareketlenen sosyal hayatı da işaret ediyor aslında. Tatillerden bir türlü denk gelinemeyen arkadaşlarla bir araya gelmeler, tiyatroların perdeyi açması, sinemalara iyi filmlerin gelmesi…

Bu Pazar sezon açılışını yapmak üzere tiyatrodaydık.


Önce Ankara Kalesi’nde hizmeti, kahvaltısı artık tarafımdan tescillenmiş, fiyat-kalite bağlamında Ankara’daki en optimum, mekan olarak da en özgün yer adlettiğim Kirit Cafe’ye gittik. Kale’yi lise yıllarımdan beri çok severim, o zamanlar oralar tehlikeli sayılan yerlerdi. Hamamönü’nün ise esamisi okunmuyordu. Şimdiki popülerliklerine bakıldığında Hamamönü son derece yapay ve sonradan olma geliyor bana.Mekanlar da maalesef servisinden menülerine öğrenci işi olmadan öteye geçemiyorlar. Halbuki Kale öyle değil, tamamen doğal haline yakın şekilde bulabileceğiniz birçok mekan var, ha evet restorasyon rezaleti örnekleri yok mu? Onlar da var…

O yüzden tercihim hep Kale’den yana… Kale’de de Kirit Cafe’den. Defalarca gittim, personelin ilgisine, saygısına, hizmet anlayışına hep on puan! Yanımda farklı farklı birçok insanı götürdüm, memnun kalmayan iç olmadı.

Biz de bu Pazar bir combo oluşturup Kale’ye doğru yol aldık. Önce Kirit’te uzun uzun kahvaltımızı yapıp ardından Kale’nin doğal taş satan dükkanlarında kaybolduk. Evlerimize, kendimize bir dolu doğal taş aldık. Oradan Pirinç Han’daki birbirinden ilginç dükkanların, antikacıların içinde kaybolduk.

Sonra da tiyatro sezonunu açmaya Altındağ Tiyatrosu’na. Bu sezon gösterimine başlanan Kuaförde Bir Gün öncelikle kız kıza toplaşması yapmamızdan dolayı sonrasında da yazarı ve yönetmeninin sevdiğim bir oyuncu olan Pervin Ünalp olması nedeniyle tercih nedenim oldu.


Oyun son derece hareketli, ilgi çekici, zaman zaman çok güldük, zaman zaman ağır mesajlara maruz kaldık. Sonuçta keyifli bir iki saat geçirdik.

Ankara'nın belki de en güzel mevsimi Ekim, şimdi sokağa çıkma zamanı belki de...

*Son fotoğraf Devlet Tiyatroları sitesinden alıntıdır.

25 Ekim 2014 Cumartesi

"Ev"e dönüş...

İnsan rutinlerini bile özlüyor. İki hafta arayla önce Sicilya, ardından Kopenhag gezilerini bitirdik. Ankara’ya dönmemizle ihmal ettiğim pek çok şey de karşıma dikiliverdi tabi.



Bir kere temizlenmesi gereken ev, yıkanmayı, toparlanmayı bekleyen çamaşırlar, ihmal ettiğim bakımsal mevzular, spor isteyen vücudum, öte yandan işe adapte olma seansları, uzak kalıp özlediğimiz sosyal hayata yeniden dönüş derken nihayet bu hafta artık düzeni oturtmuş oldum.

Bir yandan çamaşır makinesine nefes aldırmazken, diğer yandan gaza gelip çamaşır suyuyla entegre halde evin her bir kıyısından köşesinden geçtim. Peş peşe randevularla güzellik salonuna gidip kadınsal bakım mevzularını hallettim, kızlarla buluşmalar ayarladık, aksatmadan sporumu yaptım.

Merkürün geri gittiği bugünlerde ev alışverişlerine meyil artar hatta gereksiz harcamalar ortaya çıkarmış. Bundan olsa gerek bu aralar ev alışverişine merakım arttı.



Evimde eski usul misafirden misafire kullandığımız devasa bir salonum var. Eşyalarıyla durup duruyor, yaşanmayan bir yer olması dolayısıyla bana hep mobilya dükkanı gibi geliyordu.Çünkü insan yaşamadığı bir yere dokunmak istemiyor. Bir de benim sade ve pratik ev fikrimden dolayı öyle pek fazla biblo, mum, süs eşyası barındırmayan bir yer…



Öncelikle seyahatlerden en çok içki aldığımı düşünerek geniş salonuma bir servis arabası isteyip duruyordum. Ancak ne yazık ki servis arabalarının tümü 80’lerin mobilya anlayışına uygun şeyler olduğundan benim modern mobilyalarıma uygun bir servis arabası bulamadım. Ben de üzeri boş olan konsolumun bir köşesini bara çevirdim. Boş kalan diğer köşeye ise ne zamandır aklımda olan bir şarap standı bakıyordum. Aradığım şey çok uzaklarda değilmiş.




Evimin çok yakınında Şey Şey Şey isminde şahane bir konsept mağaza bulunuyor. Bir akşam iş çıkışı uğradım. İçeri girer girmez her bir objeye ilgiye bakmak istiyorsunuz. Ancak bu saatlerinizi aldığından mağaza içinde zaman geçirmeye utanır oluyorsunuz! Şarap standını konsol üzerinde kullanacağım için nispeten küçük ve değişik bir tasarımı olan bu modeli buldum ve bayıldım! Hemen aldım. Yerde kullanmalık da şahane standlar var burada ayrıca aklınıza gelmeyecek harika bir sürü aksesuar bulmanız mümkün.Hoşdere’ye yolunuz düşerse bence uğramalısınız!



Objelerin enerjilerine inanan biri olarak salonumda eksik olan şeylerden biri de bu tarz objelerdi.. Evet mumlar ve potporilerle süslesem de enerjiyi ortaya çıkaran, negatif enerjiyi alan, manyetik alanların etkisini kıran doğal taşlardan eve almak istiyordum. Bunun içinde kızlarla çıktığımız Kale gezimizi bekledim. Salonumda eflatun-mor ve gri tonları kullandığımdan salon renklerime de uyan ametist taşını almak istiyordum. Ancak Kale’de görünce bir tane büyük yerine üç tane değişik boylarda daha küçük almak fikri aklıma daha çok yattı. Her ne kadar benim devasa salonumda küçücük kalsalar da amaç dekorasyondan öte enerjiyi yükseltmekti ne de olsa!Ayrıca televizyon ve bilgisayar kullandığımız odaya da minik bir kuvars taşı aldım. Bu taşların zaman zaman akan suyla yıkanarak ya da toprağa gömülerek enerjisinin değiştirilmesi gerekiyor, bu da ek bilgimiz olsun.



Balkonda çiçeklerim olsa da evin içinde bir tane orkidem vardı. Bir süre sonra dökülüp sararınca bir bilenden aldığım tüyoyla üçüncü boğumundan kestim, saksısını ve toprağını değiştirdim. Ancak hiçbir şey değişmesi, öylece birkaç ay durdu, sonunda ümidi kestim ama tamamen kurusun da öyle atayım dedim. Ardından MrBalmy bir orkide daha aldı bana. Bizim nazlı da yanına bir tane daha gelince kıskanıp çiçek vermeye başladı. İkisinin çiçekleri aynı anda dökülüp kurumaya yüz tutmuşlardı ki, tam da benim eve merakımın arttığı sırada MrBalmy bu kez bir tane daha nefis mor çiçekli bir orkide almış bu hafta sonu. Şimdi üçünün birbirinin hırsıyla çiçekler patlatmasını bekliyorum.

Salondaki bir diğer dokunuşumda biblolarla oldu. Melek objelerine özel bir ilgim vardır. Willow Tree melekleri de dünyaca ünlü el yapımı biblolardan. Ev-dekorasyon denilince zaman zaman girip bakındığım zevkli internet sitesi www.perabulvari.com’da Willow Tree heykellerinin indirime girdiğini görünce dört tane sipariş ettim. Aşk, özgürlük, mutluluk ve ışık melekleri. Salonuma son dokunuşum da bu anlamlı biblolar oldu.




Günler kısalıyor, havalar soğuyor, ne dersiniz, eve dönmenin tam zamanı değil mi?

18 Ekim 2014 Cumartesi

Have fun, don't run, no photo!

Susanne anlatıyor: “Danimarka İskandinav ülkelerinin kötü çocuğudur. Örneğin İsveç’te devlet alkole ciddi kısıtlamalar getirir, çünkü vatandaşların sağlığını korumak benim görevim diye düşünür, Danimarka ise herhangi bir kısıtlamaya karşıdır, çünkü devletin bakış açısı herkesin kendi hayatıdır, müdahale edilmemelidir, şeklindedir. O yüzden Kopenhag İskandinav ülkelerinin eğlence merkezi haline gelmiştir.”


Sanırım bu mantıktan yola çıkılarak oluşturulmuş bir bölge var Kopenhag’taChristiana. En yüzeysel haliyle uyuşturucu satışı ve kullanımının serbest olduğu ama aslında hippilerin yaşam tarzının devam ettirildiği bir green light district burası. Kopenhag’taki son tam günümüzde hedefimizde buraya gitmek de var.

Evden çıkıp bir önceki gün gidemediğimiz Ben and Jensen’a kahvaltı yapmaya gidiyoruz. Uzun bir süre yürüdükten sonra güzel bir mekan olsa da minik bir açıkbüfe masasında kahvaltılıklardan oluşan bir kahvaltı sunduklarını görüyoruz. Masaların tamamı dolu ve iç kısımdaki masalarda sabahın 10’unda mumlar yanıyor. Kahvaltı Türk kahvaltısına yakın, domatesler, müsliler, peynirler… Ama biz zaten Kopenhag’a kadar gelip Türk kahvaltısı yapalım gibi bir iddiada değiliz. Çıkıyoruz. Bir önceki gün gittiğimiz Laghegehuset’in muhteşem hamurişlerine ve kahvelerine doğru yöneliyoruz, ancak bu kez Vesterbrogade Şubesine.




Oradan kapalı olan Tivoli'nin bir hafta sonra cadılar bayramında açılacağını öğrenip yürüyerek kraliyet sarayına ulaşıyor, saat 12’deki kurşun askerlerin nöbet değişimini izliyoruz. Sonraki hedef ise Nyhavn’daki Hyttefadet’te bira, patates ve balık filetolarına yumulmak oluyor. Isıtıcı altında koca tabakları bitirip yeniden ayaklanıyoruz.






Christiana’ya



Yıllar önce Amsterdam’daki red light district ile tanıştığımda burası bana çok enteresan gelmişti. Evet her şey serbest diye kuralsız bir yer, kaos ortamı değil aksine son derece katı kuralları olan ve bunları da müsamahasız bir şekilde uygulayan bir sistem işliyordu orada. Sonuç itibariyle bunca gelişmiş, düzeni, kuralları iyi tanıyan ülkelerdeki bu tarz yerlerin aslında devletin bir tercihi olduğu kanaatine varmıştım. Yasaklayıp kanunsuzluğun yayılmasındansa, belli bir ölçüde ve bölgede serbest bırakılıp rahatça kontrol altında tutulduğunu anlamak zor değil…

Christiana da aynı şekilde işleyen bir yer. Burada vitrinlerde kadınlar yok, yaklaştığınız andan itibaren yoğun bir esrar kokusu var. Minik sokak tezgahlarında satış yapılıyor, insanlar aleni bir şekilde esrarlı sigaralarını tüttürüyorlar. Kendine ait üç önemli kuralı olan özerk bir bölge: “Have fundon’t run,no photo.

Yazılanlardan 70’lerde hippi ruhu taşıyan sakinlerinin mücadelesiyle bu bölgede kendi özgürlüklerini kazandıkları anlatılsa da bir “bükemediğin eli öp” hikayesinden ziyade bu bölgedeki işleyişin devletin bilinçli bir politikası olduğunu düşünüyorum, hem turistik açıdan, hem de uyuşturucu satışının ve kullanımının kontrolü açısından. 

Christiana'da fazla oyalanmadan yeniden şehre dönüyoruz.



Önce iletişim müzesine gidip kahkahalar eşliğinde kendi radyo programımızı yapıyoruz, ardından Round Tower'ın tepesine çıkıp şehri bir de oradan görüyoruz. Bir süre aşmış sokak müzisyenlerini izliyoruz.


Ardından evdeki dinlenme faslımızı erkene çekiyoruz. Hava kararmaya başladığı an eve gidip biraz dinlenip ısınıp üzerimizi biraz kalınlaştırdıktan sonra güzel bir Dan yemeği yemek üzere kendimizi sokaklara atıyoruz. Maalesef gözümüze kestirdiğimiz neredeyse 4-5 mekanın tamamı günlerden pazartesi olması nedeniyle kapalı. Kultorvet Meydanı’nda Cafe Klaptraet’te ise bir mekanda 3-5 kişi var. Oraya giriyoruz. Güzel bir kırmızı şarap söyleyip son akşamımız şerefine uzun uzun sohbet ediyoruz. Her akşam tenha ama pazartesi akşamı ayrı bir tenha sokaklar. Gece eğlencesi için de baktığımız mekanlarda yine kapıdan dönüyoruz maalesef.


Çaresiz eve gidip uyuyoruz. Ertesi gün kahvaltıyı Holms and Bager’de yaptıktan sonra National Museum’un rönesanstangünümüze sergilenen ikinci ve üçüncü katlarını geziyoruz. Ardından evimizden eşyalarımızı alıp metroyla havaalanına.









14 Ekim 2014 Salı

Frilands museet, smorebrod, national museet ve daha fazlası: Kopenhag

Susanne pazar sabahı saat 7'de çıkıp gidiyor, bir meditasyon grubuyla parkta toplanıp meditasyon yapmak için. Kapının sesine uyanıyorum ama yatak resmen sarıp sarmalamış çıkmak istemiyorum. Mr. Balmy derin derin uyuyor, o da belli ki yatağı sevmiş. Kopenhag'ta özellikle haftasonları hiçbir mekanın 10'dan önce açılmadığını okumuştum bir yerlerde, hiç istifimi bozmadan o rahat yatakta döne yuvarlana kitabımı okuyorum. Saat biraz ilerleyince hem kendi, hem de Mr. Balmy'nin rahatını bozup kalkıyoruz. Gezilmeyi bekleyen koca bir şehir, önümüzde de sadece 2 tam gün var sonuçta!



Haritamızın üzerinde gezilecek, yemek yenilecek yerleri işaretleyip çıkıyoruz. Hedefimiz Kopenhag ve kahvaltı deyince her yerde karşımıza çıkan Ben and Jensen'a gitmek, epey yürüyoruz, yol boyu bir yandan şehri gezmiş, önemli noktalarından geçmiş oluyoruz, bir yandan pazar sabahı olması dolayısıyla gruplar halinde spor yapan, koşan insanlara hayranlıkla bakarak iyice acıktıktan sonra geldiğimiz noktada Ben and Jensen namına hiçbir şey olmadığını görüyoruz. Mr. Balmy haritada işaretlediğimiz başka bir mekanın izini sürmüş meğer... Sinir olmuş halde önünden geçtiğimiz ve içerisi tıklım tıklım bir yere giriyoruz. Fırın-pastane arası bir zincir burası. İsmi Lagkagehuset. Numeratörden siparişinizi alıp selfservisle istediğinizi alıyorsunuz. Her şey muhteşem görünüyor, hele tatlılar!



Önce ekmeğimsi bir şeyden sonra nefis bir tatlı ve kahveyle kahvaltımızı yapmış oluyoruz. Kahvelerimizin sonunu kafenin yüksek ve rahatsız taburelerinde değil, kanala karşı içiyoruz.

Sonraki hedefimiz bir açık hava müzesi olan Frilands Museet. Önce metroyla ana istasyon Norreport'a gidip orada tren değiştirmemiz gerekiyor. Ancak ana istasyonda oraya giden trenin haftasonları çalışmadığını öğrenip aynı biletle 184 numaralı otobüse binip müzenin önünde iniyoruz.




Frilands Museet Danimarka'nın geleneksel yaşantısını yansıtmak üzere kurulmuş bir açıkhava müzesi. 1600'lerden itibaren kullanılan eşyalarla örnek evler, ahırlar kurulmuş, yün eğirme makineleri, yel değirmenleri, ahırlarla küçük bir köy olmuş burası. Evlerin içini gezmek mümkün. Pazar günü olması nedeniyle pikniğe ya da çocuklarını gezdirmeye gelen bir sürü Danimarkalı var burada. Görülmese çok şey kaybedilmez ama değişik bir şeyler görmek, biraz havayı değiştirmek için ziyaret edilebilir.



Gezimiz bitince yeniden 184 numaralı otobüsle şehir merkezine dönüyoruz. Bu arada iyice acıkmışız. Danimarka'nın ünlü yiyeceği smorebrod yemek üzere bir mekana oturup güneşi iliklerimizde hissetmeye çalışıyoruz, çünkü bu kutba yakın memlekette güneş gittiği anda hava sıcaklığı inanılmaz düşüyor. Hojbro C adındaki cafe, Kopenahg'ın güzel meydanlarından birine attıkları masalarda hizmet veriyor, oturup bir jambonlu, bir balık ve karidesli smorebrod ve biralarımızı söylüyoruz.


Güneş iyice üzerimizden çekilince pazar kalabalığı halindeki şehirde turlamaya devam ediyoruz.



Saat 4'te National Museum'a giriyoruz. İlk çağlardan itibaren Danlara ilişkin ne varsa bu müzede var. Giriş katı taş devrinden başlıyor. Biz de gezmeye oradan başlıyoruz. Danlar'ın Afrika'dan geldiği, gelişimi, çeşitli ilkel aletler, mumyaları görüyoruz. Anadolu'da bulunan ilk çağ aletleri genellikle kesici cisimler, av aletleri iken burada coğrafya farklılığı nedeniyle ilkel kayıklar ve oltalar sergileniyor. Aynı zamanda Viking mirası olarak çizilmiş taşlar ve soyağacı olarak işaretlenmiş dikitler ilgimizi çekiyor. Derken 5'te müzenin kapanacağı anonsu geliyor. İlk katı gezip diğer katları son güne bırakmak üzere müzeden ayrılıyoruz.









Müzeden çıkıp elimizde haritayla Tivoli'ye çıkıyoruz. Walt Disney'e ilham olmuş bu güzel park yalnızca yazları, Cadılar Bayramı ve Noel'de açık olduğundan biz de masalcı Andersen gibi ancak uzaktan bakıyoruz. Sıcak bir krep atıştırıp gezmeye devam ediyoruz.





Güneş iyice çekilip soğuk birden bire bıçak gibi kesmeye başlayınca bu kentin sokakları da boşalıveriyor. Bir süre sonra soğuktan açlıktan zevk alamaz hale gelince Mr. Balmy ile markete girip biraz peynir, kraker ve bir şişe şarap alıp evde içmeye karar veriyoruz, evde biraz ısınıp dinlenip gece yeniden dışarı çıkmak niyetiyle.

Alışverişi yapıp eve gidince Susanne'ın bulaşık makinesini boşalttığını görüyoruz, mutfakta onun yanına oturup sohbet edip şarap içmeye başlıyoruz. Sohbet koyulaştıkça koyulaşıyor, siyaset, gündelik yaşamlar derken, hızla içilen şaraplar sıcağa girmemizin de etkisiyle etkisini artırıyor, yanaklarımız yanmaya başlıyor, odada o rahat yatağa uzanmamızla "sanırım dışarı çıkmak istemiyorum" son sözüm oluyor.

Sıcak yatak daha cazip hale geliyor, biz de bizi kendine çekip duran yatağa karşı koymuyoruz.