10 Aralık 2012 Pazartesi

Doğu'dan Uzakta-Amin Maalouf



Amin Maaloufla tanışmam bundan çok uzun zaman önceye dayanır. 15 yıldan fazladır muhakkak. Semerkant'ı okuduğumda sarsılmış, dağılmış ve peşi sıra Doğu'nun Limanları, Afrikalı Leo, Tanios Kayası ve üzerinde adı yazan ne varsa alıp okumaya başlamıştım.

Doğu'dan Uzakta kitabı da yazarın yeni piyasaya sürülen kitabı, çıktığını gördüğümde bana bir müjde oldu! Hemen okunacaklarda önceliği verdim ve beş günde açgözlülükle okuyup bitirdim.

Yine Orta Doğu'da geçen bir hikaye. Adam Lübnan'daki iç savaş ve kargaşadan kaçıp 25 yıl boyunca Paris'te yaşar ve bir gün bir arkadaşının ölümü üzerine memleketine geri döner. Geçmişle, dostlarıyla, anılarıyla hesaplaşma da başlar böylece.

Adam Amin Maalouf'un kendisi bile olabilir. Çünkü o da aynen Adam gibi Lübnanlı bir göçmen olarak Paris'te yaşıyor, tarihçi ve üniversitede ders veriyor. Lübnan kelimesi kesinlikle kitapta geçmiyor, bir adını anmama yemini gibi.

Yanıbaşımızda, aynı coğrafyada, bize aşina hikayeler bulacaksınız ve seveceksiniz, anlatılanlar etkileyecek, sonu şaşırtacak.

Kitapta altı çizilenler:

"Kaba kuvvetle ilişkiye maruz bırakılan her şey alçalır. Darbeyi indiren de, darbeyi yiyen de aynı kirlenmeyi yaşar."

"...yıllardır ne zaman Murad'ın adı geçse ve onu tanıyıp tanımadığı sorulsa, 'Geçmiş bir arkadaş' diyordu. Karşısındakiler çoğunlukla 'eski bir arkadaş' demek istediğini varsayıyorlardı. Ama Adam sözcüklerini rastgele seçmezdi. O ve Murad geçmişte arkadaştılar, sonra arkadaşlıkları bitmişti. Bu nedenle onun gözünde en uygun ifade 'geçmiş bir arkadaş'tı." (s.14)

"Ölüm döşeğindekilerin affedilmeleri gerektiğinden emin değilim. Her insan ömrü sona ererken sayacı sıfırlamak; bazılarının zulmünü ve açgözlülüğünü, bazılarının da merhamet ve fedakarlığını sahte bir sofulukla kar ve zarar hanelerine kaydedip geçmek fazla basit bir çözüm olurdu. Katiller ve kurbanları, zalimler ve mazlumlar ölüm gelip çattığında eşit ölçüde masum sayılacaklar öyle mi? Her halükarda benim için öyle değil. Benim bakış açıma göre, suçun cezasız kalması da adaletsizlik kadar ahlak bozucudur. Gerçeği söylemek gerekirse, bunlar aynı madalyonun iki yüzüdür." (s.17)

"Gidip bizi bekleyebileceğin bir bitiş çizgisi olduğunu mu sanıyorsun? Aç gözlerini! Zamanın ilerleyişi içinde, sen hangi noktaya yerleşirsen yerleş, bir öncesi ve bir sonrası, arkanda kalanlar ve ufukta seni bekleyip ancak yavaş yavaş, günbegün yanına gelecekler olacaktır. Tek bir bakışta her şeyi birden kucaklayamazsın. Tabii Tanrı değilsen..." (s.36)

"Normalde sezgilerime güvenirim; yanılmaz oldukları için değil, çok düşünüp taşındığımda, işin önünü arkasını fazla hesaplamaya çalıştığımda veya daha da kötüsü lehteki aleyhteki gerekçeleri zihnimde iki rakip sütun halinde sıralamaya kalktığımda, çok daha fazla yanıldığımı yıllar geçtikçe anladım da ondan.
Bu nedenle artık iki akıl yürütme tarzı kullanıyorum. Birinde, kafam kazan gibi çalışıyor; aynı anda tüm etkenler içine boca ediliyor ve kafam onları benim haberim bile olmadan 'bilgiişlem'den geçirip nihai sonucu bana hap halinde teslim ediyor. İkinci tarzda, kafam adi bir mutfak bıçağı gibi çalışıyor; 'avantajlar' ve 'sakıncalar', 'duygusal yan' ve 'akılcı yan' gibi kaba kavramlar yardımıyla gerçekliği parçalara bölüyor, bu da aklımı biraz daha karıştırmaktan başka bir işe yaramıyor.
Kim bilir kaç kez mükemmel nedenlere dayanan feci kararlar almışımdır! Veya tam aksine, sağduyuyu hiçe sayan gerekçeler en güzel kararların yolunu açmıştır!
Bu nedenle artık kendime şunu telkin ediyorum: Önce göz açıp kapayıncaya kadar karar ver! Sonra sabırla kendi içine yönel ve bu tercihin nedenlerini anlamaya çalış." (s.39)

"Yaşadıklarımı güzelleştiriyorum belki, ama daha fazla ayrıntı hatırlayamıyorum; fakat hislerimi ve yaşananların damağımda bıraktıkları tadı hatırlıyorum. En ufak bir acılık yoktu. Ülkesini terk etmek eşyanın tabiatına aykırı değildi; bazen olaylar bunu dayatır; yoksa bir bahane bulmak gerekir. Ben bir ülkede değil, bir gezegende doğdum. Tamam tabii ki bir ülkede, bir şehirde, bir mahallede, bir ailenin içinde, bir doğum kliniğinde, bir yatakta doğdum... Ama hem ben hem de tüm insanlar için tek önemli şey dünyaya gelmiş olmaktır! Dünyaya! Doğmak, şu veya bu ülkede, şu veya bu evde, dünyaya gelmek demektir." (s.55)

"Ülken senin için ne yapabilir diye sorma, sen ülken için ne yapabilirsin, onu düşün.' Milyardersen, üstelik kırk üç yaşında ABD başkanı seçilmişsen bunu söylemek kolay! Ama ülkende ne çalışabiliyor, ne tedavi olabiliyor, ne barınabiliyor, ne eğitim alabiliyor, ne özgürce oy kullanabiliyor, ne görüşlerini ifade edebiliyor, ne de sokaklarda dilediğin gibi dolaşabiliyorsan, John F. Kennedy'nin bu meşhur sözü kaç para eder ki? Beş para etmez!
Önce ülken sana karşı belli taahhütleri yerine getirecek. Orada tüm haklara sahip bir yurttaş olarak görüleceksin, baskıya, ayırımcılığa, hak etmediğin mahrumiyetlere maruz kalmayacaksın. Ülken ve yöneticileri sana bunları sağlamak zorunda, yoksa sen de onlara hiçbir şey borçlu olmazsın. Ne toprağa bağlılık, ne bayrağa saygı. Başın dik yaşayabildiğin ülkeye her şeyini verirsin, her şeyi, hatta hayatını bile feda edersin; ama başın yerde yaşamak zorunda kaldığın ülkeye hiçbir şey vermezsin. İster doğduğun ülke, ister seni kabul eden ülke söz konusu olsun. Yüce gönüllülük yüce gönüllülüğü, umursamazlık umursamazlığı ve aşağılama da aşağılamayı doğurur. Özgür varlıkların anayasası böyledir ve ben de başka bir anayasa tanımıyorum." (s.61-62)

"Dünün dünyasının silinip gitmesi eşyanın tabiatına uygundur. Ona karşı bir hasret duyulması da eşyanın tabiatına uygundur. İnsan geçmişin yok olması karşısında kolay avunur; asıl kaldırılamayan, geleceğin yok olmasıdır. Yokluğu beni üzen ve aklımdan hiç çıkmayan ülke, gençliğimde tanıdığım değil, gençliğimde hayalini kurduğum ve asla güneşin altında yerini alamayan ülkedir." (s.62-63)

"Aşk dediğiniz, 'dostluk', 'arzu', 'tutku' veya Tanrı bilir başka hangi ismi taşıyan beyaz veya siyah ya da altın sarısı veya pembemsi kablolardan ayırmak gereken kırmızı bir kablo değildir." (s.65)

"Yargılamıyor muyum yani? Yo, yargılıyorum, tüm vaktimi yargılamakla geçiriyorum. Gözlerini sahte bir dehşet ifadesi içinde açıp, 'Yoksa beni yargılıyor musunuz?' diyen insanlara çok kızarım. Tabi ki yargılıyorum sizi, hem de durmadan yargılıyorum. Vicdanı olan her varlık yargılama yükümlülüğüne sahiptir. Ama benim verdiğim hükümler 'sanıklar'ın varoluşunu etkilemiyor. Takdir ediyorum veya takdirimi geri çekiyorum, nezaket ayarı yapıyorum, ek kanıtlar ortaya çıkıncaya kadar dostluğumu askıya alıyorum, uzaklaşıyorum, yakınlaşıyorum, yüz çeviriyorum, cezayı tescil ediyorum, her şeyin üstünden sünger geçiriyorum -veya öyleymiş gibi yapıyorum. Muhataplarımın çoğu bunların farkına bile varmıyorlar."  (s.66)

"...siyasetin herkesi, hatta onunla ilgilenmeyenleri bile etkilediği gibi bir malumu ilan etmek değildir söz konusu olan; yazar, siyasi çalkantıların öncelikli olarak siyasetle uğraşmayanları etkilediğini söyler." (s.98)

"...insanların her çağda bazı şeyleri göremediklerini sürekli akılda tutmanın ne kadar önemli olduğunu anladım. Haliyle buna bizim çağımız da dahil. Biz, atalarımızın göremediklerini görüyoruz; ama onların gördükleri ve bizim göremediğimiz şeyler de var; asıl önemlisi, bizim de 'kör noktalar'ımız olduğuna göre, henüz göremediğimiz ama torunlarımızın görecekleri sayısız şey var." (s.143)

"Telefon insanı tuzağa düşüren, aldatıcı bir haberleşme tarzıdır. Konuşanların arasına sahte bir yakınlık duygusu yerleştirir; dolaysızlığı ve yüzeyselliği teşvik eder..." (s.150)

"Bende de, ne dersem diyeyim, kendi kast zihniyetim var. Hem zenginlere hem de yoksullara karşı her zaman tiksinti duydum. Benim sosyal vatanım ikisinin arasında yer alıyor. Ne mülk ne de talep sahiplerine dahilim. Ben, ne zenginlerin miyopluğundan, ne açların körlüğünden mustarip olduğu için dünyaya bilinçli bakabilen orta tabakadanım." (s.156)

"Doğu Akdenizli kadim bir bilge, eğer sana yardım eden birisi paranı istemiyorsa, demek ki masraflarını başka bir şekilde çıkarmayı düşünüyor, der." (s.161)

"Toplum yasaları yerçekimi yasalarına benzemez, insan genellikle aşağı değil, yukarı doğru düşer. Arkadaşımızın siyasi tırmanışı da işlediği ağır hatanın doğrudan sonucuydu... İlkeler insanın palamarları, bağlarıdır; onları kopardığında serbest kalırsın, ama içi helyum gazıyla doldurulmuş ve yükseldikçe yükselen kocaman bir balona benzersin. Balon gökyüzüne yükseliyormuş izlenimi verse de aslında hiçliğe doğru yükselmektedir." (s.164)

"Savaşlar en kötü içgüdülerimizi ortaya çıkarmakla kalmazlar, aynı zamanda onları üretirler, şekillendirirler." (s.165)

"Bizimki gibi toplumlarda utanç zorbalığın bir aracıdır. Dinler boynumuza yuları geçirmek ve yaşamımıza engel olmak için suçluluk ve utancı icat etmişlerdir! Eğer erkekler ve kadınlar ilişkileri, duyguları, bedenleri hakkında serbestçe konuşabilselerdi, tüm insanlık daha gelişkin, daha yaratıcı olurdu." (s.188)

"Bir kabuk ağırlığı oranında koruyucudur ve etini çıplak bırakmayı göze almadan ondan kurtulamazsın." (s.189)

"Bir adam dünyadan elini eteğini çekmeye karar verdiğinde, bu fiziksel şiddet içermese de intihar gibi bir şeydir. Aşikar sebeplerin yanı sıra, en yakınlarının bile bilmediği, hatta kendisinin bile bilincinde olmadığı gizli nedenler bulunur." (s.212)

"Ben bugün dinin her yere sokulmasına ve her şeyin onunla gerekçelendirmesine öfkeleniyorum. Böyle giyiniyorum, çünkü dinim böyle istiyor. Şunu veya bunu yiyorum, çünkü dinim böyle istiyor. Arkadaşlarımı terk ediyorum ve hiçbir izahat verme ihityacı duymuyorum, çünkü dinim çağırıyor. Dini her işe karıştırıyorlar ve ona hizmet ettiklerini sanırken, aslında kendi ihtirasları veya kendi delice hevesleri için dini kullanıyorlar.
Din elbette önemli, ama aileden, arkadaşlıktan, sadakatten daha önemli değil. Ahlakın yerine dini geçiren insanların sayısı durmadan artıyor. Sana caiz olandan ve olmayandan, mübahtan ve mekruhtan söz edip sözlerini alıntılarla destekliyorlar. Bence neyin dürüstlüğe veya adaba uygun olduğuyla uğraşsalar daha iyi ederler. Bir dinleri olduğu için ahlaka ihtiyaçları kalmamış gibi davranıyorlar." (s.241-242)

"Başkalarının mutluluğunda, onun çok azını çok kısa bir süreliğine ve dışarıdan paylaşsalar bile mutluluk duyan insanlar var. Bir de başkalarının mutluluğunu bir saldırı gibi algılayanlar..." (s.243)

"Kötü niyet ve bölünmüş cepheler çağındayız. İster Yahudi olalım ister Arap, artık ötekinden nefretle kendinden nefret arasında seçim yapmaktan başka bir şansımız yok." (s.257)

"Aynı anda hem şiddetle milliyetçi hem de kararlı bir şekilde evrenselci olunamaz." (s.278)

"Yenikler her zaman kendilerini masum kurbanlar olarak göstermek eğilimindedirler. Ama bu gerçeğe tam uymaz, hiç de masum değildirler. Yenildikleri için suçludurlar. Kendi halklarına, kendi medeniyetlerine karşı suçludurlar. Sadece yöneticilerden değil, benden, senden, hepimizden bahsediyorum. Bugün tarihin mağluplarıysak, hem kendi gözümüzde hem de tüm dünyanın gözünde aşağılanmış durumdaysak, bu sadece başkalarının değil, öncelikle bizim suçumuzdur." (s.322)

"Etrafımızda olup bitenler beni rahatsız ediyor. Tepeden tırnağa örtünmüş tüm o kadınları, sarıklı şahsiyetlerin devasa fotoğraflarını ve şu sakal ormanını seyretmek hoş mu sanıyorsun?
- Sakallarımız seni niye ilgilendiriyor?
- Kalbindeki beni ilgilendirmez. Dışındaki ise üçüncü şahıslara yönelik kamusal bir beyandır, dolayısıyla beni ilgilendirir. Onaylama hakkına da onaylamama hakkına da sahibim. Bunun beni rahatlatması ne kadar hakkımsa, rahatsızlık duymak da o kadar hakkım." (s.322)

"İnsanlar her çağda, kendi düşüncelerinin sonucu olduğuna inandıkları görüşler dile getirir ve duruşlar benimser, halbuki bunlar aslında 'çağın ruhu'ndan kaynaklanır. Bu tam anlamıyla bir kader sayılmaz, istersen önünde kolay durulamayacak aşırı güçlü bir rüzgar diyelim." (s.323)

"Umutsuzlukta haklı çıkacağımıza, umutta yanılalım." (s.329)

"...bir ilişki soylu kalmak için tüm seyrini tamamlamalıdır. Sadece yetişkinlik çağını değil, karışık bir sırayla bile olsa, çocukluk ve ergenliğini de yaşamalıdır. Kendine özgü simyayı, kendi akıl ve akıldışılık, coşku ve ilgisizlik, heyecan ve mizah, yakınlık ve uzaklık, söz ve ten karışımını da bulmak zorundadır.
Sevgililer için bütün mesele, ilişkilerinin anısını birlikte çıkılmış bir yolculuk gibi korumayı becerebilmektir.
Yolculuklar da bize yol arkadaşı olan yabancılarla kalıcı dostluklar kurma fırsatını sık sık sunmaz mı? Aşk maceralarından da benzer bir zihin açıklığıyla çıkabilmek gerekir. Sevgililerin tanışmalarının her yıldönümünde, olayı kutlamak ve paylaşılmış anları hatırlamak üzere buluşmalarını önerecek kadar ileri gitmeyeceğim. Ama bu 'yolculuk' hakkındaki sevgi dolu anıları tüm yaşamları boyunca koruyabilmek adına ayrılık acısını aşmaya gayret etmeleri gerekir." (s.331-332)

"Anlamam biraz zaman aldı, ama sonunda bizdeki taziye geleneğinin bir yorma tekniği olduğu sonucuna vardım. Matemdeki insanlar öylesine bitkin düşüyorlar ki başlarına gelen felaketi düşünmeye mecalleri kalmıyor." (s.333)

"Bir azınlık mensubu farklılığını gözler önüne sermek veya bayrak gibi taşımaktan çok, üstünü örtmek eğilimindedir. Ancak köşeye sıkıştırıldığında -ki bu da eninde sonunda mutlaka olur- kimliğini ortaya koyar. Bir azınlık mensubunun, kendi insanlarının yüzyıllardır, binyıllardır, şimdi hakim konumdaki cemaatlerin ortaya çıkmasının çok öncesinden itibaren yaşadıkları bir toprakta kendini birden yabancı hissetmesi için bazen bir tek söz veya bakış yeterli olur. Bu gerçeklik karşısında herkes kendi meşrebine göre -utangaç, hınçlı, uşakça veya kabadayıca- bir tepki verir." (s.354)

"...benim de adını yazmaktan ürktüğüm bu sevgili ülkeye dönmemin gerçek nedeni ne?
İfadesi berrak, ama anlamı bir o kadar çetrefilli, tuhaf bir cevap zihnimde ağır bastı: 'Sadece çiçek toplamaya döndüm.' Bir çiçeği koparıp zaten elinde tuttuğun hatta kalbine bastırdığın bukete ekleme jesti bana hem en güzel, hem en gaddar jest gibi göründü., çünkü çiçeğe saygısını onu öldürerek gösteriyordu." (s.362)

"Ben başkalarını dinlemekten, düşünce yoluyla onların öykülerinin içine katılmaktan, ikilemleriyle özdeşleşmekten hoşlanırım. Ama bir gönül zenginliği tavrı olan dinleme, diğerlerinin tecrübelerinden beslenip onları sizinkinden yoksun bırakma halini alırsa, başkalarının sırtından geçinmeye dönüşebilir." (s. 388)

"Laikliğe varıncaya dek inançlı olan da, ateistliğe varıncaya dek dindar olan da Batı'dır. Burada, Doğu Akdeniz'de inançlarla değil, aidiyetlerle ilgilenilir. Dinlerimiz ve mezheplerimiz birer kabile, dinsel gayretlerimiz de bir milliyetçilik biçimidir.
Adam 'aynı zamanda bir enternasyonalizm biçimi' diye ekledi. 'İkisi bir arada, inançlar topluluğu ulusun yerini alıyor ve devletlerle ırklar arasındaki sınırları neşeyle aştığı ölçüde, bir zamanda birleşecekleri varsayılan bütün ülkelerin proleterlerini ikame ediyor.'" (s.442)

"Altın buzağının hakimiyetindeki bir dünyada, öncelikler içinde birinci sıranın Tanrı'yı sınır dışı etmeye verilmesi gerektiğinden emin değilim. Savaşılması gereken altın buzağıdır, hem demokrasiye hem de tüm insani değerlere yönelik en büyük tehdit odur. Komünizm insanları eşitlik adına köleleştirmişti, kapitalizm de ekonomik özgürlük adına köleleştiriyor. Dün olduğu gibi bugün de Tanrı mağluplar için bir sığınak, başvurulacak son mercidir. Ne adına onları bundan mahrum etmek istiyorsun? Yerine ne koyacaksın?" (s.443)

"İnsan kendi adına öyle çabuk alışıyor ki, artık anlamı veya niye bu ismi taşıdığı üzerinde düşünmüyor bile." (s.456)

"Ülkesi gibi, bu gezegen gibi... Hepimiz gibi, arafta." (s.457)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder