25 Ağustos 2013 Pazar

Madrid



Barcelona’dan Madrid’e 8 saatlik otobüs yolculuğu ne kadar akıl karıdır bilinmez ama biz yaptık öyle bir şey. Sabaha kadar süren Barcelona gecemizin ardından iyi bari otobüste uyuruz dedik ama rehber konuştu da konuştu.




Bir molayı Zaragoza denilen küçük kasabada verdik, hani görülmese de bir şey kaybedilmez, zaten aynı doku, mimari Madrid’te de insanı karşılıyor. Ardından yeniden bindik otobüse benim de çok sevdiğim Goya’nın Hayaletleri filmini izlerken nihayet uyumuşuz ama hoşaf gibiyiz, hoşaf.

Akşamüstü otele girdiğimizde mutlaka çıkıp gezmeliyiz, zaman kısıtlı düşüncesindeyiz ama benim pilim bitti. Mr. Balmy de benden farksız… Eğlenceyi, zevki işkenceye dönüştürmenin bir alemi yok, bu akşamı otelde dinlenerek geçirelim yarın kaldığımız yerden fitili ateşleriz diyoruz.

Önce güzel bir yıkanıp aklanıp paklandıktan sonra pizza sipariş ettik, odamızın balkonunda bir şişe şarabı da açıp karnımızı doyurup şarabın verdiği mayhoşlukla rahat bir uyku çektik.

Ertesi sabah zımba gibi uyanıp erkenden elde metro haritası+şehir haritası düştük yollara. Şehrin merkezi Sol’de inip ayaklara kuvvet gezilesi yerleri görmek üzere daldık Madrid sokaklarına.




İlk hedefimiz Plaza Mayor’du. Sabahın erken saatinde kimsecikler yokken fotoğraf çekme işlemine başlamıştık ki bir “yüzsüz” geldi buldu beni. Biraz da korktum açıkçası, ortalıkta kimse yok böyle ucubik bir şey bitiverdi bir anda dibimdeJ



Yürüyerek şehri keşfetmeye çalıştık bir süre, uzun uzun hediyelik eşya dükkanlarına baktık, ara sokaklarına daldık, sonrasında kraliyet sarayı Palacio Real’e ulaştık. Gelmişken içine de girelim dedik ve sarayı gezdik. Bir Hermitage, Peterhof ya da Versailles değil, onların yanında oldukça mütevazı bir saray. Özellikle savaş müzesinde zırhlı asker maketleri, silahları görülmeye değer.



Sarayın hemen yanındaki parkta da birkaç şehir manzaralı fotoğraf kareledik. Ardından GranVia ismindeki büyük alışveriş caddesinde bir şeyler atıştırıp yeniden Sol Meydanı’na gittik. Meşhur ayı heykeli ve sıfır noktasını görüp bu kez müzeler bölgesine doğru yürüyorduk ki önce ben Marypaz isminde harika bir ayakkabıcıya rastlayıp 19 euroya iki şahane ayakkabı edindim, ardından Mr. Balmy Futbolmania isimli bir mağaza bulup orada kendini kaybetti, dolayısıyla bir hayli oyalandık.



Sonrasında müzeler bölgesine doğru yol aldık. Thyssen, ReinaSofia ve Prado müzeleri Madrid’in en ünlü ve görülesi müzeleri. İstenirse bu üç müzeye toplu olarak bilet alınıp birer giriş hakkıyla bir yıl içinde kullanma imkanınız oluyor. Ben üç müzeyi de görmek istediğimden 24 euroya toplu bileti alıp önce Mr. Balmy ile bir strawberry margarita keyfi yaptıktan ve onu Madrid notları ve sangriasıyla cafede bıraktıktan sonra, önce Thyssen müzesine giriyorum. 





Modern sanat eserlerinin sergilendiği bu müzede Reflection isminde bir oda bulunuyor, görmenizi tavsiye ederim. Sonrasında Mr. Balmy’i alıp bu kez Reina Sofia’ya gidiyoruz o yine müzenin önünde oturup etrafı seyrediyor ben müzeyi gezerken. Orada da modern sanat eserleri yanında Picasso, Dali gibi pek çok ünlü ressamın eserlerine rastlamak mümkün.

Müzelerden sonuncusu olan ve asıl görülmesi gereken (tabi benim gibi klasik sanata, Goya’ya, Rönesans eserlerine meraklıysanız) Prado’yu Madrid’in son gününe saklamaya karar veriyorum.



Oradan çıktığımızda sıcak iyice bastırmış ve bizi yormaya başlamış durumda. Oldukça salaş bir yerde ekmek arası kalamar-bira atıştırdıktan sonra Madrid’in meşhur parkı Retiro’ya doğru tabana kuvvet gidiyoruz. Ama o kadar yorulmuşuz ki parka girer girmez kendimizi çimlere bırakıyoruz. Biraz ayaklarımıza “geçti, geçti” telkininden sonra bu kez susuzluğumuzun sesi yükseliyor içimizden, gidip içecek bir şeyler bulalım diyerek parkın içine doğru ilerleyince zaten büyükçe bir havuzun olduğu meydana çıkmış oluyoruz. Hemen 1,5 litrelik suyu masaya koyup bardak bardak içtikten sonra havuzdaki balıklara, ördeklere yem atmaya başlıyoruz.





Parka bir akşamüstü rahatlığı çökmüş durumda, kalabalıklaşıyor git gide ve insanlar günün stresini atıyor. Sonra birden bire taşıdıkları devasa amfileri kurup hip hop yapan 5 tane genç dans etmeye başlıyor. Yoğun bir kalabalık ilgiyle onların danslarını izliyor. Biz de katılıyoruz bu kalabalığa. Grubun gösterileri bitene kadar izliyoruz. Sonra ağır aheste parkta dolaşıyoruz. Çimlerin üzerine sere serpe uzanıyoruz, ağacı, kuşları, gökyüzünü izliyoruz, ağlayan ayaklarımızı susturuyoruz çimlere basarak.



Hava kararmaya başladığından kalkalım yavaştan diyoruz. Biraz yürüyünce karşımıza capoeira yapan bir grup çıkıyor, hem de ailece! Grup capoeira yaparken yanlarına da bir bebeği oturtmuşlar bebek de onlarla alkışlıyor, bağırıyor, elindeki bisküviyle enstrüman çalar gibi yapıyor hiç ağlamadan. Öyle güzel bir manzara ki, içerliyorum biz kendi ülkemizde neden böyle manzaralar göremiyoruz, yaşatamıyoruz, niye böyle rahat olamıyoruz, niye hep hayatımızı kanırtarak yaşıyoruz, çevremizdekileri aynı kasıntı hava içinde yaşamaya mecbur bırakıyoruz diye… Çok fırın ekmek hikayesi belki de!




Parkın pek çok yerinde bu tarz etkinliklere rastlayarak parktan çıkıyoruz ve akşam yemeğimizi yemek üzere yine Plaza Mayor yakınlarındaki Mercado De San Miguel adındaki pazara gidiyoruz. Pazar dediğime bakmayın, burada küçük küçük dükkanlarda tıpkı semt pazarı mantığında bir sürü küçük dükkanda istediğiniz yemeği seçip bistro masalarında oturup yiyebiliyorsunuz. Ambiyans şahane ama yer bulmak bir mesele! Tam vazgeçip dışarı çıktığımız anda hem de sokak manzaralı bir masa bulup hemen yeniden içeri koşuyoruz ve istiridyeli, paellalı bir akşam yemeği üzerine dondurmalarımızı da yiyip otele dönmeye karar veriyoruz.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder