5 Şubat 2013 Salı

Çar'ın Geçtiği Yollar: St. Petersburg



St. Petersburg Çarlık Rusyası'nın ve de dünyanın deyimiyle Büyük, bizim deyimimizle Deli Petro'nun şehri. Yazlık saraylar, kışlık saraylar, Moskova'dan daha sofistike bir hava. Şehir merkezinden daha önce bu yazımda söz etmiştim. Şimdi istiyorum ki St. Petersburg şehrinin dışına çıkalım, yazlık saraylara, park dedikleri ama bildiğin orman olan saray bahçelerine doğru uzanalım.



Biz St. Petersburg'da Park Inn ismindeki büyük bir otelde kaldık. Aslına bakılırsa sosyalist ülkelere özgü sosyal konutlardan hiçbir farkı olmayan bir yapı bu resimden de görüldüğü üzere. Otelin temizliğine, yemeklerine diyecek bir şey yok. Yalnız tam da tripadvisor.com'da yazıldığı üzere pencereleri zinhar açılmıyor! Odayı havalandırayım, sıcak oldu cam açayım gibi bir şans yok. Otel buna da çözüm bulmuş, belli saatler arası merkezi klima çalıştırıyorlar, bu da genellikle gündüz saatleri ve gündüz odada oturmak mümkün değil, buz gibi oluyor bu nedenle. Geceleri klima kapanıyor, bu sefer de bir hamam atmosferinde gece gece uykudan uyanıyorsunuz, zaten bizim gittiğimiz dönemde hepi topu 3-4 saat gece oluyordu, o da sıcak ve havasız odada cebelleşmekle geçti!

Otelin resepsiyonundan gideceğimiz yerlerle ilgili bilgi aldık önce. Çar'ın yazlık sarayı ve hektarlarca alana yayılmış bahçesiyle Peterhof Sarayı ilk durağımız olacaktı. Otele çok yakın metro istasyonu bulunuyor, önce metroya oradan da banliyö trenine binerek saraya ulaşmak mümkün. Gezmeye gittiğim ülkelerde en çok toplu taşıma araçlarına binmeyi seviyorum ben. St. Petersburg'daki banliyö treni de tam sevdiğim tarzda bir ulaşım aracıydı, şehrin dışındaki fabrikalara ellerinde çıkınlarıyla giden işçiler, trendeki oraya ait olmayan sadece biz!



Trenden inip epey yol yürüdükten sonra sarayın kocaman bahçesinin bir köşesinden girdik. Saray kadar bahçesi de ihtişamlı. Dünyada Versallies Sarayı'yla yarışan bir saray bu da. İç içe bambaşka konseptte bir sürü bahçe ve en sonunda muhteşem Baltık Denizi manzaralı altın varaklı Peterhof Sarayı... Sarayın odalarını da tek tek gezdikten sonra şehrin merkezine bu kez deniz yoluyla Baltık Denizi üzerinden Neva Nehri'ne çıkarak ve Hermitage Müzesi'nin önünde inerek, yolculuğumuza son verdik.









Ertesi gün metro, banliyö treni ve bir de minibüs yolculuğuyla yine şehrin dışına, bu kez Çar Kasabası'na gittik. Çar'ın kasabası içerisinde çok sayıda sarayı, parkları, bahçeleri kapsayan tarihi ve de yemyeşil bir manzaradan ibaret. İlk durağımız Katerina'nın Sarayı oluyor, burada bir Amber Odası var... Ah ah ah, demem ve içerisinde fotoğraf çekilmediğini belirtmem yeterli sanırım. Katerina'nın sarayından Pavlosk Sarayı'nın ve parkının olduğu yere gitmek üzere minibüse bindik. Bizim taaaa 25 yıl önceki halk otobüsleri gelsin gözünüzün önüne, hani bir muavin olur, önünde freebagi, ayakta dolaşıp para toplar. Aynen o usül çalışıyor.






Bu hikayeyi Rusyayla ilgili anılarımda hep anlatırım, burada anlatmazsam hiç olmaz.

Ruslar yapı itibariyle soğuk, dil itibariyle kabalar. Bir şey sorduğunuzda sizi beş karış suratla karşılıyorlar, tüh yanlış yaptım buna sormakla dediğiniz anda karşınızdakinin size yardım etmek için nasıl çabaladığını görüyorsunuz. Resmen soruya cevap vermeyi görev biliyorlar ve maalesef çoğu İngilizce bilmiyor, bilenleri de siz anlamıyorsunuz!

Biz minibüse bindiğimizde teyit etmek amaçlı muavine Pavlovsk'a gitmek istiyoruz, saray, park, bahçe, Pavlosk filan dedik ama bir türlü anlamadı, sonra para toplamaya devam etmek üzere yanımızdan ayrıldı. İlgilenmedi, soğuk bir tavır var üzerinde, biz de neyse napalım, umarım doğru yoldayızdır diye, seyre devam ettik. Aradan 10 dakika geçti, muavin çocuk elinde cep telefonu ile yanımıza gelip sms'i gösterdi: "gardens, palace" gibi bir şeyler yazıyor. Bu mu diye sordu, biz de evet diyince bizi doğru durakta indirdi.

Meğer biz derdimizi anlatamayınca arkadaşını arayıp "sarayın, bahçenin İngilizcesi'ni bana yaz, gönder" demiş, arkadaşı da ona sms yollamış. O da o sms'i bize göstermiş!








Sonra Pavlosk'ta indik, burası aynı zamanda metro istasyonu da bulunan bir yer, aynı ismi taşıyor durakla. Pavlosk park ama bildiğimiz orman. Çekirdek, çerez satılıyor girişinde. Biz de aldık birer külah çekirdek, çitleye çitleye yemyeşil alanın, devasa ağaçların tadını çıkara çıkara, sohbet ede ede dolaştık, kartpostallık manzaralar yakaladık. Oturduk bir banka hayatlarımızdan konuştuk, bu arada bir sivrisinek saldırısına uğradık ki, hayvanlar tayt üzerinden, bir yemişler bizi, çapı 2 cm ve bir ay o kırmızı lekeler geçmiyor. Pavlosk'ta küçük birkaç tane prens sarayı bulunuyor ama sarayın bahçesi içinden daha cazip geldi, gördüğümüz ihtişam yeter diyip bankta oturup çekirdek çitledik:) Sonra da metroyla otele döndük.

St. Petersburg Moskova'dan daha karakteristik, daha kişilikli bir şehir bence. Biraz üniversite kenti havası da yok değil, Moskova daha kaotik ama o metrosuna da can kurban!

Önemli olan gidip dünyayı keşfetmek! Nereye gittiğinizin bir önemi yok! Orayı bir de kendi burnunuzla koklamak, kendi gözünüzle görmek! Hayat böyle güzel!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder