18 Şubat 2013 Pazartesi

Endorfin, Sushi, Kaynatan Kızlar, Kızartma Tabağı, İki Film Birden



Pazartesi geldi yine.

Ben bu hafta sonu kendim için bir sürü bir şey yaptım. Cumartesi günü neredeyse 24 saatim dışarlarda geçti. Kendimi hafiflemiş, rahatlamış, "hah işte böyle olmalı" derken buluyorum bu hafta sonunun ardından.

Öncelikle bu hafta sonu evlilik hazırlıkları ve daha sonraki birtakım belirsizlikler nedeniyle ara verdiğim sporuma yeniden kavuştum. Ne olursa olsun insanın kendini mutlu etmek için elinden geleni yapması gerektiğine inanıyorum, kendine iyi gelenin ne olduğunu bir an önce keşfedip hayattan şikayet etmek yerine bunlara yönelmesi gerektiğini de! Ben hayatımın hiçbir döneminde hareketsiz yaşayan biri olmadım, hatta endorfin bağımlısı bile olabilirim, hele şimdi evlendim artık evimin kadınıyım, alan almış nasılsa mantığına şiddetle karşı çıkıyorum! O yüzden yıllar sonra verdiğim sekiz aylık ara, bu sekiz aylık süreçteki genel mutsuzluk halimin de en önemli sebebiydi bence. Gitmeli miyim, gitmemeli miyim, sorumluluklarım arttı, ya her şeye yetişemezsem gibi endişelerimden, suçluluk duygularımdan bir an uzaklaşıp kararımı uygulamaya başladım. Burada biraz hayatın gerçekleri:

1- Aklına bir şey düştüyse, er ya da geç yaparsın. Tereddütlerin, kaygıların, yokluk hislerin, imkansızlıkların, mantığın buna engel olamaz, sadece biraz erteler ve sürüncemede bırakır. Ama illa ki aklına düşeni yaparsın! O yüzden derler ya ilk aklına gelen doğrudur!

2- En çok şeyi, en verimli şekilde en yoğun olduğun zamanda yaparsın. Çünkü zaman programlaması harika yapılmıştır. Tembelleşmeye, üşenmeye başladığın anda yapacaklarını ertelemek diye bir şey olmadığını bilirsin. Ayrıca üzerine öyle bir güç, kendine öyle bir güven gelir ki, yapmak istediklerini büyük bir istekle yaptığın müddetçe neredeyse biyonik bir insana dönüşürsün, yorulmazsın, acıkmazsın. Ama buradaki en önemli etken yaptıklarından, bu halinden her an büyük bir mutluluk duymak gereği. Öyleyse kim tutar!

Hatta denemediğim bazı sporlara da yönelmek niyetindeyim. Tecrübeleri paylaşırım.

Ardından birazcık aile ziyaretleri ile bir sürü büyüğümüz, küçüğümüz ve sevdiklerimiz mutlu edildi veeeee sonrasında muhteşem cumartesi başladı.

Benim işyerimin birçok olumsuzluklara rağmen güzel bir yanı var: Güzel insanlarla aynı işyerini paylaşıyor olmam. Tamamen arkadaşlık, paylaşım üzerine kurulu, rahatlıkla sohbetler edilen, işsel hırsların sıfır olduğu ilişkiler bunlar. Beraber dışarı çıkıyoruz, ev gezmeleri yapıyoruz, tatillere gidiyoruz. İşyerinde biraz bunalınca birbirimize nefes oluyoruz. Selda benim tatil arkadaşım mesela, Demet yaşam koçum... Sonra geçen yıl aramıza kısa süreliğine katılan bir fıstığımız daha oldu: Ayşem. Yaklaşık 8 ay yanımızda kaldıktan sonra kocası tarafından İstanbul'a götürüldü. Bizi de üzdü, Ayşem'i de. Ama ilişkimiz hiç kopmadı. Sık sık görüşüyoruz, her İstanbul ve Ankara yolculuklarında birbirimize zaman ayırıyoruz, her an temastayız. İşte bu hafta Ayşem misafirimiz oldu, ne de güzel oldu!



Park Caddesi'ndeki QuickChina'da kırmızı şarap, mentollü sigara, sushi ve nefis sohbetlerin eşliğinde hasret giderdik, içtik içtik, içtikçe güzelleştik:) Mekanın ambiyansına, bahçesine, hizmet kalitesine, personeline ayrı ayrı bayıldım. Ben şehir merkezine yakın oturan biri olarak Çayyolu genelde pek tercihim olmuyor ama özellikle QuickChina için o kadar yol tepilir. Ve o geceki falım, bu bir işaret olmalı!



Ardından aynı ekiple Kıtır'a geçip başka arkadaşlar ve yeni tanışılan bir sürü insanla keyifli vakit geçirdik. Park Caddesi Kıtır, Tunalı'ya beş basar bence, sırf isim yapmış olmasından kaynaklı Tunalı'da kötü yemeklere maruz kalırken, Park Caddesi Kıtır'ın nefis kızartma tabağı parmaklarımızı yedirtti. Gece 2 gibi onlardan ayrılıp soluğu bu sefer gece gezmelerinde olan kocamın yanında, Viktoria'da aldım. Eve sabaha karşı girdik ve günümüzü noktaladık.

Ertesi günün uyanışı biraz zor oldu tabi. O kadar hareketin ardından pazar gününe yaraşır bir sakinlikle kitabımı okudum, yedik, içtik, film izledik.



İlk film halen vizyonda olan Oscar adaylarından romantik komediye ufacık tefecik dokunan Umut Işığım idi. İnsanın içini ısıtan güzel mi güzel, romantik bir film Umut Işığım. Özellikle Robert De Niro ve onun oğlunu Pat rolünde canlandıran Bradley Cooper'ın performansını ben çok beğendim. Tiffany rolündeki Jennifer Lawrence'ın da hakkını yememek gerek.

Bir şeyin sadece bir yolu yok, mutluluğun kaynağı bizim sandığımız gibi tek bir şeyde değil, en büyük mutluluklar, en güzel aşklar hep beklenmeyen zamanda gelir. Hayata gözlerimizi koca koca açarak bakmalı, ezberlerimizi bozmalıyız.

Filmin bana düşündürdüğü bunlar oldu. Eski karısının onu aldattığını öğrendikten sonra aldatıldığı adamı hastanelik eden Pat rehabilitasyon süreci sonrası hayata yeniden başlıyor ve burada düşündüğü tek bir şey var: Eski karısının istediği gibi bir adam haline gelip onu yeniden kazanmak. Ancak "tanrı biz plan yaparken yukarıdan izleyip gülermiş" hikayesi gibi o sırada karşısına çıkan Tiffany Pat'in yaşamını bambaşka yerlere götürüyor. İzleyin, keyif alın...


Ve bir film daha, yine vizyondan, yine Oscar adayı: Steven Spielberg'in Amerikan başkanı Abraham Lincoln'ün iç savaş ve kölelikle mücadelesini anlatan filmi Lincoln. Konu ne kadar ilgimi çekse de filmin pek açtığını söyleyemeyeceğim. Aslında kimseyi etki altında bırakmak istemem ama filmde müthiş bir durağanlık söz konusu. Daniel Day Lewis'in muhteşem performansı dışında dikkatimi çeken pek bir şey olmadı maalesef. Ama hep söylediğim gibi, bir filmi, bir oyunu, bir kitabı belki başka bir zaman, başka bir ruh haliyle izlesek ya da okusak o zaman bambaşka şeyler hissedebiliriz, önyargı oluşturmak asla istemem, izlemek isteyenlerin takdirine bırakmak en iyisi belki de.

İşte haftasonu böyle geçti. İki gün bu kadar güzel enerji depolamışken Mutya Buena-Amy Winehouse düeti eşliğinde B Boy Baby ile başlayan bir pazartesi ne kadar sendromlu olabilir ki?








Hiç yorum yok:

Yorum Gönder