19 Haziran 2013 Çarşamba

Mola vermek güzeldir, yola daha hızlı ve daha mutlu devam edersin

Yaklaşık yirmi gündür ülkede olanlar malum. Aslında facebookta, twitterda ya da instagramda başka bir şeyle ilgili bir şeyler paylaştığımda kendimi suçlu hissediyorum ne yalan söyleyeyim. Ama bir yandan da hayat akıyor. Ülke böylesine çalkalanırken biz hala uyuyoruz, işe gidiyoruz, belli rutinlerimizi yapmaya devam ediyoruz.

Mesela aylar öncesinden erken rezervasyon yaptırıp tatile çıkıyoruz.


Ben de çapulinge ara verip sezonun ilk ayağı suya sokmasını gerçekleştirmek üzere annem ve babamla Kemer-Beldibi'ne doğru yola çıktım. Son 7-8 yıldır izinsiz geçen kışlar yüzünden yaz başında, hem sezonun bronzlaşmasını sağlamak, hem kafa dinlemek, hem de kitaplara gömülmek açısından böyle bir şeye ihtiyaç duyuyorum ama 4-5 günle kısıtlı kalmak şartıyla!


Kaldığımız yer Beldibi-3 mevkiinde, küçük bir otel, ismi Ege Montana. Her şey dahil sistemle çalışıyor ama aslında bu her şey dahil sistem sadece içki için geçerli gibi. Zira hani normalde her şey dahil sistemde öğünler arasında bir sürü ikram vs. olur ya bunların hiçbiri yok. Yemek çeşidi de kısıtlı sayıda. Ha şikayet mi ediyorum, asla. Her şey dahil sistem benim şiddetle karşı olduğum bir sistem aslında. Çünkü sadece başıboş bir yeme ve içme eylemi, hatta ve hatta bir günün bir öncekinin aynısı olması beni fena halde sıkıyor.



Sabahları erken kalkıp güzel bir dağ manzarası eşliğinde yürüyüşümü yapıp terimi denize girerek attıktan sonra kahvaltımı yapıp şezlonga yatıyorum ve başlıyorum deliler gibi okumaya. Bir yandan da sürekli sosyal medyayı yokluyorum neler oluyor diye. Öğle ve akşam yemeği molası dışında kah bir ağaç altında, kah güneşin göbeğinde zihnimi boşaltıyorum.


Saçımla başımla, makyajımla, hiç uğraşmadan, aynı t-shirtle, aynı flipflopları ayağımdan çıkarmadan ancak aynı zamanda Roaccutane kullanmam sebebiyle yüzümü hat safhada korurken, vücudumu özellikle bacaklarımı bronzlaştırmak için havuçlu kremleri vücuduma boca edip vücudumun her yerini eşit bronzlaştırmak için çabalayarak geçirdim beş günü. İnsanın tek derdinin bikininin askı izi çıkması olması ne güzel şeymiş!


Bu beş güne sığdırdığım bir başka şey ise 2,5 kitap okumak oldu. Birini henüz bitiremediğim için şimdilik bir şeyler yazmayacağım ancak diğer ikisinden bahsetmeden olmaz.

1- Ruhlar Evi - Isabel Allende


Okumaya meraklı olunca düzenli olarak takip edilen kitap siteleri oluyor, yenilerden ne çıkmış, çok satanlara ne girmiş. Bu kitap sitelerinden birinde gezinirken Isabel Allende'nin bir kitabına rastladım. Konusu ilginç gelince yazarın başka kitapları, başka sitelerdeki yorumlar derken bir de baktım ki dünyadan haberim yokmuş! Isabel Allende askeri darbe sonucunda devrilen Şili devlet başkanının yeğeni imiş ve hayatı sürgünlerle geçmiş. Bu yaşadıklarının ona yazdırdığı, başyapıt sayılabilecek sayısız romanı, dünya genelinde bir sürü hayranları varmış. Bir yanda ülkesindeki gelişmeleri arka fona koyarak insanların gündelik yaşamlarını anlatır, zaman zaman masalsı destanlar dökermiş ortaya.

Bu araştırmamda yazarın ilk kitabının Ruhlar Evi olduğunu öğrendim, sonrasındaki birkaç kitabı, resmi olarak bu kitabın devamı sayılmasa da, bağlantılı olduğundan ilk Ruhlar Evi'ni okuyayayım daha sonra hoşuma giderse farklı kitaplarından devam ederim dedim.

İyi ki de demişim!

Uzun zamandır bu kadar zevk aldığım bir kitap okumamıştım!

Bir ailenin üç kuşaklık yaşamını Şili'deki komünizm, askeri darbeler, siyasi gelişmeler ışığında anlatıyor. Romanın adına bakıp da farklı izlenimlere kapılmaya gerek yok. Çünkü sözü edilen ruhlar ailenin ölülerinin ruhları ve romanın baş kahramanı sayılabilecek Clara onlarla iletişim kurabildiği için kitap bu adı taşıyor.
Kitaptaki siyasi gelişmeleri okurken hiçbir şey tesadüf değil diye sık sık düşündüm. Tam da bu sıralarda bizim ülkemizdekine benzer olaylar, yöneticiler, durumlar, halkın isyanları... Şaşırıyor insan, demek ki insanca yönetilme isteği ne zamana bağlı bir şey, ne de mekana diye düşünüyor zaman zaman.

"Tıpkı dünyaya geldiğimiz zamanki gibi öldüğümüz zaman da bilinmezden korkarız.Ne var ki bu korku gerçeklerle ilişkisi olmayan, bizim içimizden gelen bir şeydir. Aslında ölmek de, doğmak gibidir: Yalnızca bir değişim." (s.365)

Benim taktığım yazarlarım vardır, ne yazsa okurum dediğim. Bundan 15 sene önce Erhan Bener (30 kadar kitabını okudum, hala büyük hayranıyım), 10 sene önce Elif Şafak (ki artık böyle bir iddiam yok), son 15 yıldır devam eden Amin Maalouf ve sanırım artık bunlara Isabel Allende de eklendi. İlk kitap siparişimde yeni birkaç kitabını daha alacağım, sonra burada da rastlarsınız zaten onlara.
2- Kardeşimin Hikayesi - Zülfü Livaneli


Bu aralar her yerde göreceğiniz, her plajda, hemen her şezlonga bir tane düşecek bu kitaptan.

Bir kere çok akıcı... Yarım günde başka bir şey yapmadan okuyup bitirdim. Diyor ki biri kitapta: "En tehlikeli duygu aşktır." Öteki şakayla karışık cevap veriyor: "Hayır, meraktır." İşte o merak sizi bir an önce kitabın sonuna varmaya odaklıyor. Rahat okunuyor, hızlı okunuyor, keyifle okunuyor, merakla okunuyor ama bir Serenad gibi insanın içine işliyor mu derseniz, maalesef işlemiyor.

Kitabın ortaya çıkışının temel fikri: Duygularımız olmasaydı nasıl olurdu? Romanımızın kahramanı da duyguları olmayan bir adam: Ahmet. Bir gün yaşadığı küçük kasabada bir cinayet işleniyor ve bunu araştırmak üzere gelen gazeteci kızla aralarında farklı bir ilişki gelişiyor. Bir yandan cinayeti kimin, neden işlediğine odaklanırken öte yandan Ahmet'in gazeteci kıza anlattığı kardeşi Mehmet'in hikayesini okuyoruz merakla. Duygulu, hüzünlü yanları var gerçekten, kitabı bitirdiğimde anladım ki duygularımız olmasa hayatımız daha kolay olmazmış, mayamızdaki hisler ne kadar bastırsak, ne kadar kaybetsek de baş göstermek için bir açık bekler, patlamaları çok daha büyük olurmuş.

"İnsan soyu zayıf, kırılgan, ölümlü, her türlü hastalığa, kazaya, acıya açık ama kendini avutarak yaşıyor, bunları unutuyor. İşte anahtar kelime bu; hayatın özü, büyük sırrı; olmazsa olmazı: Unutmak. Eğer unutmak diye bir şey olmasaydı, yaşam da olmazdı. İnsan, unutmadan hayatını sürdüremez." (s.31)

"Hayvanların tarihselliği yoktu; dün ve bugün arasında bir fark hissetmezlerdi. Bu tarihsel bilinç insana özgüydü ve hayvanları kıskanmamız için bir sebepti. İnsanın geçmişini araştırması acı veren bir deneyimdi. Mutlu olabilmenin tek şartı 'unutmayı' başarabilmekti.
Hayvanların yaptığı gibi neredeyse hafızasız yaşamak ve mutlu olmak mümkündür ama hiçbir şeyi unutmadan yaşamak imkansızdır... Uykusuzluk, derin düşünceye dalmak, tarihselliği hissetmek, yaşayanlar için zararlı ve sonunda ölümcüldür. Bu 'yaşayanlar' kavramının içine bir insan, bir halk ya da bir kültür dahildir." (s.186)

"Zenginlik insana ait bir özellik değil, diyorum. Para insanın doğal bir parçası değil; kaybolabilir, çalınabilir, soyut bir kavram, birtakım sıfırlar... Zaten hayatta anlamlı olan değerler parayla sahip olunamayanlar. Kitap, çalışacak insan, eşya alabilirsin; ama bunlar bilginin, dostluğun, paylaşma duygusunun yerini tutamaz. Oysa zengin aptallar paranın çok önemli olduğunu sanıyorlar, bu yüzden de servetlerinin kendilerine ruhsal bir ayrıcalık, özel bir mutluluk getirmesini bekliyorlar. Bu mümkün olmayınca, içleri de boş olduğu için can sıkıntısı başlıyor. Konuşacak bir şeyleri olmadığı için tavla, kağıt oyunu filan oynayarak tahammül edebiliyorlar bu hayata ve de birbirlerine. Veya işkolik oluyorlar, sanki kıtlık koşullarından kurtulmaları gerekiyormuş gibi işlere dalıyorlar. Onların yerinde olsam intihar ederdim." (s.250)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder