5 Mayıs 2014 Pazartesi

İstanbul Kırmızısı

Yola çık, güneye git. Mümkün olduğunca güneye. Denizin seni okşayan bir renge sahip olduğu, sana iyi geleceği bir yere. Tek bir lokantanın, yeni tutulmuş bir balığın pişirildiği tek lokantanın olduğu, etiketsiz, belki biraz reçine kokan beyaz şarabın içildiği yere git. Oturup günbatımını seyredebileceğin bir yer olsun…
Ya da gündoğumunu. Güneşe karşı gözlerini yumacağın, bedeninin konuşmasına izin vereceğin ve onu dinleyeceğin bir yer olsun. Ve kiminle sevişmek istersen onunla sevişeceğin bir yer.
Belki böyle bir yer sadece içimizde var. Orayı aramayı sürdürmeliyiz….. Onu bulamazsak yaratmamız gerekir. Çünkü kimi zaman yola çıkmak, kaçmak işe yaramaz. Ötede sandığımız gerçek, çoğu zaman olduğumuz yerdedir ve ancak yüzleşme gücüne sahipsek bulabiliriz onu. Olduğunuz yerde hareket ederek, gerçeği kabul ederek. Sadece böyle değiştirebiliriz. Olduğumuz yerde hareket ederek ya da dünyayı gezmek için bavul hazırlayarak. Tek tek adımlarla.
Ve şu anda İstanbul dünyanın her yeri ve Anna’nınki gibi pek çoğu arasında sadece tek bir öykü. Ve onu anlatma yürekliliği bulduğunda, kendi öykünü anlattığında her şey değişir. Çünkü hayatın öyküye dönüştüğü andan karanlık aydınlanır ve ışık sana yol gösterir. Ve şimdi biliyorsun; o sıcak yer, güneydeki o yer sensin.



1 Mayıs tatildi, buna rağmen sabah erkenden uyandım, koltukta açılmayı beklerken biraz televizyona baktım boş boş. Acıktığımı hissettim bir şeyler atıştırdım, biraz ütü yaptım. Sonra Ahu’nun mesajı geldi:
“Spora gidecek misin?”
“Akşamüstü gideceğim, pilates dersim var.”
23 Nisan’ın neredeyse 14 saatini dolap temizlemekle geçirmişim, “bugün nereyi temizliyorsun” diye soruyor. Önceki yazımda bahsetmiştim ya, ışık yanıveriyor. “Ruhumu” diyorum. Evdeyim. “Hiçbir şey yapmamayı” beceremesem de frene basmayı deneyeceğim diyorum o anda. Mr. Balmy de hazır işe gitmişken, fırsat bu fırsat…

Uzun zamandır kitap okumaya şöyle geniş zaman ayıramamışım. Ferzan Özpetek’in kitabı İstanbul Kırmızısı’nı alıyorum elime. Sadece kahve, su almak, acıktığımı hissedince bir şeyler atıştırmak için kalkıyorum başından, tv kapalı, müzik açık, telefon sadece iletişim anları için yanımda.

Vuruluyorum. Kolay okunan, çabucak biten bir kitap. Filmleri gibi, öyle bir anlatıyor ki, bittiğinde sanki o hikayenin içinde ben de varmışım da şimdi, gözü, kulağı, objektifi bana yönelmiş gibi hissediyorum.
Kendi hayatının, kendi İstanbul’unun yanında Anna isimli diğer kahramanın öyküsü de kitapta akıp gidiyor. Kitabın sonunda kahramanlarımızın yolları bir şekilde kesişiyor. Aşk, aile, ilişkiler, anılar, eski İstanbul, yeni İstanbul… Tıpkı Ferzan Özpetek filmleri gibi, hani kitabın filmini çekmeye kalksa sanırım benim hayal ettiğimden farklı bir şey çıkmaz ortaya.

Öte yandan Emek Sineması ve Gezi olayları gibi yakın tarihimizin önemli olayları da kitaptaki hikâyenin içine yerleştirilmiş, göze sokmadan, kullanmadan… Bu kitaptan benim anladığım aslında Ferzan Özpetek kendi hayatındaki önemli birkaç detayın notunu düşmüş gibi.

Uçurtma uçurmayı bilmeyen bir erkek, bir kadını mutlu edemez.” (s.21)

Aşk cinsiyet ayırmaz: aşk seçer” (s.57)

“… Ama şimdi biliyorum, aşkın ana noktası bu: akşamları kapıda bekleyen birinin olması. Seni kucaklayan birinin. Ebediyen değil, tek bir gün için bile olsa kolları arasında kendini yuvanda hissetmeni sağlayan birinin.
Aşk. Ne öğrendim aşk hakkında? Aşk hakkında öğrendiğim, aşkın var olduğudur. Ya da belki, daha yalın anlatımla aşk hakkında öğrendiğim ve öğrenmeyi sürdürdüğüm, filmlerimde, bütün filmlerimde anlattığımdır. Yani, sevdiğimiz insanları asla unutmadığımız, onların daima bizimle kaldıklarıdır; bizi onlara artık var olmasalar bile çözülmez biçimde bağlayan bir şeyler olduğudur.

İmkansız aşklar, yarım kalmış aşklar, var olabilecekken olmamış aşklar olduğunu öğrendim. Yara izi bıraksa da dağlayıcı bir damganın daha iyi olduğunu öğrendim; kışı andıran bir yürektense bir yangın yeğdir.
Duygular söz konusu olunca gizemli yasalarca yönetildiğimizi, belki kader belki serap; ama kesinlikle akıl ermez, açıklanamaz bir şeylerin var olduğunu öğrendim. Çünkü temelde aşık olmayı açıklayacak bir neden asla yoktur. Sadece olur. Bu bir gizemin içine girmek gibidir: sınırı aşmak, eşiği atlamak gerekir. Ve orada, bu gizemde mümkün olduğunca uzun süre kalmayı denemektir.” (s.65)

Korkuyorum da. Onun için, eski bir sinema için, bir hayali anmak için protesto gösterisi yapan halkına karşı polis gönderen bu ülke adına korkuyorum.” (s.96)

Hayatta asla başkalarının yargılarına takılıp kalmamak, insanların acımasızlığına ve dedikodularına kulak asmamak gerekir. Sevdiklerimizin ve bizi sevenlerin zayıflıklarını anlamaya çalışmak, bizde yarattıkları acılar yüzünden onları bağışlamak gerekir. Çünkü gerçekten önemli olan, göze görünen değil, duyguların özüdür.” (s.105)

Biliyor muydun, Japonya’da kırık seramikleri onarırken kırığı örtmeye çalışmazlar, tam tersine onu vurgulamak için kırık yeri altınla doldurarak düzeltirler, diyor. Çünkü bir şey zarar gördüyse, bir öyküsü varsa bu daha güzel sayılır. Hayatın seni unufak ettiyse onu altınla onar!” (s.110)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder