28 Mayıs 2013 Salı

Bu dünyaya, bu dünyanın şahidi olmaya geldim!

Bir gün transformal nefes koçu olan can arkadaşım Demet bana şak diye bir soru sordu: "Çocukluğunda en mutlu olduğun anlardan birini söyle." Hemen zihnimde o anı hatırladım ki genellikle insanlar bu anı öyle kolay kolay hatırlayamazmış: Annem, babam, ablam ve ben yolculuktayız, yol kenarında mola vermişiz, ekinler ablamla benim belimize geliyor, tatlı bir rüzgar var, güneşli bir gün, biz o ekinlerin arasında koşuyoruz, içlerine saklanıyoruz, yuvarlanıyoruz, bir yandan da bağırıyorum: "Babaaaa çok mutluyum!"


O soru ve arkasından yaşadığım aydınlanmayla anladım ki, daha kendimi bilmezken bile, başka bir yerlere gitmek, yeni yerler görmek, yapmadığımı yapmak beni bu dünyada en mutlu eden şey.

Gerçekten de birkaç ay içinde yaşadığım rutin hayatı bırakıp bir "değişiklik" yapmazsam huysuz, melanet bir şey olup çıkıyorum. Kışın iş yoğunlukları, soğuk havaları derken havalar güzelleşip işte de biraz gevşeyince bana buralar batmaya başladı iyiden iyiye.

Hemen bir organizasyonla haftasonu için bir tur ayarladım. Mr. Balmy de kattım yanıma.

Tur denilince genellikle yaşlıların katıldığı, pekçok insanı da açmayan bir organizasyon gelir hepimizin aklına. Hatta benim tura şiddetle karşı olan tanıdıklarım bile var. Gerçekten de yaş ortalaması düşük bir tura pek rastladığımı söyleyemeyeceğim. Hatta bir erkeğe zaman zaman 10 kadının düştüğü haller de vardı. Ancak şöyle bir gerçek var ki, hem ekonomik açıdan oldukça cazip fiyata ulaşım, konaklama ve gezme işlerini hallediyorsunuz, hem tüm sorumluluğu başkasına bırakarak kafa dinliyorsunuz, hem de o geziler sırasında gerçekten çok farklı insanlarla karşılaşıyorsunuz. Bunun yanında nereye gidip ne kadar kalacağınıza, hatta zaman zaman nerede ne yiyeceğinize siz değil onlar karar veriyor. O yüzden ben şöyle bir yol izlemeyi tercih ederim: Önce turla bir yerlere gidip keşfe çıkarım daha sonra çok beğendiğim yerlere kendi imkanımla yeniden giderim.

İşte bu haftasonu biz Ankara'nın önemli tur şirketlerinden biri olan Tempo Tur ile Poyrazlar Gölü-Acarlar Longozu-Maden Deresi ve Konuralp turlarına katıldık. Şunu belirtmek isterim ki gittiğimiz yerlerin bu kadar güzel olabileceğini çok tahmin etmiyordum. Ama gerçekten hayran kaldım.





Sabah yola çıkıp öğlene Sakarya merkezde aldık soluğu ve öğlen yemeği için 101 yıllık meşhur köfteci Mustafa'da ıslama köfte-piyaz ziyafeti çektik. Esnaf lokantası mantığında çalışan, makineleşmeyi tercih etmeyip kömür ateşinde köftelerini pişiren, isteyene manda yoğurdu, ayranı da veren ve baharatlarına kadar özel seçim yapan bir işletme ve üçüncü kuşaktan sahipleri de oldukça misafirperver.






Arkasından ikinci durak Poyrazlar Gölü oldu. Anladım ki Abant Gölü filan hikaye! Yeşil, mavi, gölde onlarca hayvan, dev ağaçlar... Yalnız gezdiğimiz yerlerdeki en büyük acı mangalcıların istilası oldu ki, ne yazık ki Poyrazlar da Adapazarı Merkez'e yakın olması dolayısıyla beyaz atletli, pijamalı mangalcı abilerden bolca nasibini almıştı. Ancak haklarını yemeyeyim büyük bir kirlilik gözüme çarpmadı. En azından korusunlar o da yeter. Göl kıyısında biraz yürüyüp biraz ayaklarımızı toprağa basıp biraz da göldeki hayvanları inceledikten sonra bu kez rotayı Acarlar Longozu'na çevirdik.













Longoz "ormandan çıkan su" anlamına geliyormuş. Acarlar'daki bu su da tamamen yeraltı su kaynaklarından oluşuyor, nilüferlerle kaplı ve Sakarya Nehri ile birleşiyor. Longoz üzerine tahta köprüden bir yol yapılmış, longozu izleyerek yolda yürüyüş yapabilir ve fotoğrafa meraklıysanız harika kareler yakalayabilirsiniz. Sonrasında longoz üzerinde kısa bir tekne turu yapma imkanınız da var hatta isteyenler deniz bisikleti de kiralayabilir. Ördekler, nilüferler, ağaçlar, mis gibi çiçek kokuları bahar aylarında daha bir ruhumuza işledi.




Ardından istikamet Sakarya Nehri'nin Karadeniz'e döküldüğü Karasu oldu. Sahilde biraz oturup midye kabukları topladık, ardından devasa çınarların gölgesinde çay içtik.

Akşam Karasu'daki Carpe Diem Diamond Hotel'de konakladık. Otelin temizliği, konumu, akşamki eğlencesi gerçekten güzeldi ancak yemekler için maalesef aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Çeşit son derece kısıtlıydı, bununla birlikte örneğin kahvaltımızı bitirince meydana poğaçalar, simitler çıktı. Ancak maksat gezmek olunca otele çok takılmamak taraftarıyım ben.













Pazar sabahı erkenden Maden Deresi'ne doğru yola çıktık. İşte burası daha sonra gidilecek yerler listesine eklendi bile!

Osmanlı zamanında Fransızların işlettiği bir maden bulunuyormuş bu bölgede. Daha sonra çekildiklerinde madeni patlatıp gitmişler. Gürül gürül bir dere akıyor, devasa çınarların gölgesi nefis bir serinlik veriyor. Sadece kuş ve su sesi geliyor kulaklara. Gözlere ise boşluksuz bir yeşil. Biraz engebeli bir yürüyüş sonrası madenin içine giriyoruz. Orada da maceralı ve karanlık bir tünelden geçiyoruz. Aslında ikinci bir tünel ve devamında da bir şelale olduğunu öğrendik ama onlar için özel kıyafetler ve ekipman gerekiyormuş. Burada ayrıca bungalov kiralama şansınız da var, ayrıca bir restoran da mevcut. Şöyle bir şey hayal ettim: Bu bungalovlardan kiralayıp birkaç gün buraya kafa dinlemeye gelip bol bol yürüyüp, bol bol doğayla baş başa kalıp meditasyon yapmak, kitap okumak, derede yıkanmak, şelaleye gitmeye niyet ediyorum! Tabi mümkünse bunu hafta içi yapmaya da niyet ediyorum. Çünkü öğlene doğru oradan ayrılırken yine mangalcılar, yine çoluk çocuk, toplar, gürültü patırtı, hengame başlamıştı bile.




Sonra Melen Çayı'nın Karadeniz'e döküldüğü yerde küçük bir mola verdik. Su her şeyi, her yeri nasıl da farklı kılıyor!





Ve bir sonraki durak Akçakoca oldu. Tarihi Ceneviz Kalesi'nden sonsuz maviliği seyredip öğle yemeğinde rakı-balık sefası için şehir merkezine indik. Akçakoca'da alkollü restoran iki adet bulunuyor, birisi Piri Reis, diğeri ise Baraka. Biz konum itibariyle denize daha yakın olan Piri Reis'i tercih ettik. Kalamar-salata ve taze olması dolayısıyla istavrit ve mezgit tava söyledik. Yanına da iki kadeh rakı... Personeli on numara olan bu restoranda, liman kıyısında, denize nazır, hafif esintiyle sohbet muhabbet... Bu anlar hayatın güzel olduğunun altını kalın çizgilerle çiziyor bence.





Son olarak Konuralp'e gittik ve şaşırdım kaldım. Burada Kuzeybatı Anadolu'daki ayakta kalan tek antik tiyatro bulunuyor ve Konuralp'in bir de müzesi var, arkeolojik eserler sergileniyor ve oldukça iyi korunmuş, çok sayıda eser bulunuyor. Oradaki görevli arkeolog hanımın söylediğine göre bu çıkarılanlar sadece yüzey kazılarında elde edilenlermiş ve derinlerde kazı henüz yapılmamış. Üzerinde yaşadığımız topraklar ne kadar zengin, ne kadar büyük bir mirası taşıyor aslında bünyesinde...


Hep derim ki insan kendini mutlu etmeyi, iyi etmeyi bilmeli. Şikayet edecek çok şey var, mesele mutlu olabilmeyi, kendimize neyin iyi geldiğini bilmekte. O halde işler kötüye gittiğinde iyi gelene sarılmak gerek! Bu bazen bir insan, bazen bir kitap, bazen bir yer olabilir! Para, zaman hiçbir zaman bahane olmamalı. Gezmek, yeni yerler görmek benim ruhuma iyi geliyor. Sağlığım, ömrüm, param, zamanım elverdiği müddetçe ben hep varım. İhsan Oktay Anar'ın dediği gibi: "Yaşanılanlar, görülenler ve öğrenilenler ne kadar acı olursa olsun, macera insanoğlu için büyük bir nimetti. Çünkü dünyadaki en büyük mutluluk, bu dünyanın şahidi olmaktı."





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder