Madrid şehir merkezini bir tam günde gezmek mümkün.
Dolayısıyla Madrid’e gelmişken mutlaka Toledo’yu görmek gerek.
Sabahın erken saatlerinde yine yollara düşüp bu kez
kendimizi tren istasyonunda buluyoruz. Madrid-Toledo arası hızlı trenle yarım
saat sürüyor, gidiş-dönüş 20 euro. Hemen ilk trene atlayıp tutuyoruz Toledo’nun
yolunu. İner inmez bus turistica alıyoruz istasyondan.
Toledo’yu gezmek için iki seçenek var: Birisi bus turistica
diğeri de Zoco isimli tren. Bus turisticanın şehrin kalesine kadar çıktığını ve
şehri yukarıdan görme imkanı sağladığını araştırmalarımda keşfettiğimden
bus turisticaya biniyoruz. Gerçekten de Toledo’yu bütünsel olarak görüyoruz,
hatta fotoğraf molaları da veriyoruz. Şehrin çevresinde bir tur attıktan sonra
rehberimiz James ile birlikte bu kez şehrin sokaklarına dalıyoruz.
Toledo tipik bir Müslüman şehri olarak İspanya’nın ortasında
orijinal haliyle duruyor. Rehberimiz James anlatıyor: “Bu dar sokaklar,
meydansız şehir… Toledo tipik bir Müslüman şehridir. Müslüman şehirlerinde meydan
olmaz, çünkü Müslümanlar eğlencelerini evlerinde yaparlar, sokaklarda değil…”
Bu seyahat boyunca duyduğum en güzel tespit bu! Gerçekten hep merak ederdim,
nedir bizdeki bu meydanları istila hali? İlk seyahatimi İtalya’ya yapmıştım ve
ilk dikkatimi çeken bu olmuştu: Devasa meydanlar ve asla tek bir yapı yok
meydanda. Bizde öyle meydanlar olsa onlarca büfe konur, ne bileyim polis
noktaları, avm’ler, hatta araç trafiğine açılır filan… Uzun zaman düşünüp
çıkamamıştım işin içinden, James noktayı koydu. Zaten getirilen alkol
düzenlemeleri filan da ele vermiyor mu bu mantığı, ne yapıyorsanız evinizde
yapın, diyorlar açık açık… Ne karnaval geleneği var, ne festival.
Bayramlarımızı bile tanımadığımız insanlarla bir arada kutlamayız biz.
İçerliyorum ama ne yapalım biz de böyle bir dünyanın içine doğmuşuz.
Ardından Toledo katedraline kadar sokakları dolaşıyoruz
beraber. Orada ayrılıyoruz.
Karnımız acıktı bu arada. Günlerdir lokal yemekler
yemekten bunalmış olacağız ki katedralden meydana çıkan sokağın hemen sol köşesinde
bir cafe görüyoruz ismi La Malquerida. Çorba, salata, pizza, 1 içki ve kahve 9
euro gibi set menüler hazırlamışlar. İçeride sadece kadınlar çalışıyor,
ambiyansı, dekorasyonu şahane, mesela barın üzerindeki lambalar rendeden
yapılmış. Ben lazanyalı, Mr. Balmy de pizzalı bir menü seçiyoruz, ortam o kadar
güzel ki kendimizi ikinci içkileri söylerken buluyoruz.
Ardından kalkıp şehri
turlamaya başlıyoruz, dar sokakların arasında kayboluyoruz, fotoğraflar
çekiyoruz. Böyle böyle epey dolaştıktan sonra sıcak yine enerjimizi çekince
oturup bir sürahi sangriayı içiyoruz ama ayağa kalkınca görüyoruz ki bizi fark
etmeden fena çarpmış.
Trene yetişmek üzere kalkıyoruz ama Mr. Balmy o kafayla
elindeki haritadan yolu yanlış görünce, devasa bir yokuşu tırmanıp
kendimizi hastanenin bahçesinde bulmamıza neden oluyor. Bu sefer treni
kaçıracağız diye güneşin göbeğinde, kafamız güzelken koşuyoruz üzerine. Neyse
ki trene yetişiyoruz.
Madrid’e döndüğümüzde otele gidip giyinip dışarı çıkalım
diyoruz ama duştan sonra Mr. Balmy tir tir titremeye başlıyor, ateşi
yükseliyor. Ona bir ilaç verip ben de uyuyorum mecburen. Sabah da ateşi
düşmüyor. Florance Nightangale olarak ıslak havlular, ilaçlar, zorla yemek
yedirmeler eşliğinde ilgileniyorum onunla ama içten içe de kızıyorum açıkçası,
son günümüzde bizi otele bağladı diye. O gün akşamüstü uçağımız var çünkü.
Son
gün için benim Prado müzesine, onunsa Real Madrid’in Stadı Santiago Barnabeu’ya
gitme planlarımız vardı. Sağolsun beni azat ediyor da Prado müzesini gezmeye gidiyorum o otelde yatarken.
Prado Müzesi Madrid seyahatinde mutlaka listeye alınmalı,
gerçekten çok etkileyici, çok sarsıcı. Aklım Mr. Balmy’de kaldığından çok rahat
gezemesem de gördüğüm bile ağzımı açık bıraktı diyebilirim. Ardından son birkaç
hediyelik eşya alıp şehrin merkezinde son bir turdan sonra metroya atlayıp
otele geri döndüm.
Mr. Balmy de Türkiye’ye iner inmez iyileşti. Sanırım vücudu artık benim tempoma isyan etmişti, kimbilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder