Tatil postlarım bitti. Onları bitirene kadar ben de normal
hayatıma yavaş yavaş geri döndüm, adapte oldum, yine yaşantımı sevdim, yedim,
içtim, gezdim, çalıştım, spor yaptım, balkonumda yemekler yedim, arkadaşlarımla zaman
geçirdim, sohbetler ettim, Mr. Balmy ile planlar yaptım, kitaplar okudum, yeni
film-dizi keşiflerinde bulundum.
Kısa kısa bunlardan bahsedecek olursam:
1. Salı Kadınları
Tatil öncesi D&R’da indirime
girenlerinden bir sürü kitap aldım, tatilde okumak amaçlı içlerinde
chick lit dediğimiz türden de bir-iki
tane vardı. Salı Kadınları bunlardan biriydi, gerçekten de tatilin ilk haftası
okuyup bitirdim, sonraki 1 hafta niye yanıma başka kitap almadım diye
hayıflanıp durdum.
Özetle uzun yıllardır arkadaş olan ve her
Salı toplanıp birbirleriyle zaman geçiren beş kadından birinin eşinin ölümüyle,
kadınların bir yolculuğa çıkarak o yolculukta ölen kocanın sırlarını keşfetme
hikayesi anlatılıyor.Hızlı okunan, merak uyandıran, ince sayılabilecek bir
kitap, tam da amacına uygun, zaman geçirmelik, okumazsanız çok şey
kaybetmezsiniz, okursanız niye okudum demezsiniz.
2. Bir Dizi: Da Vinci’s Demons
Türk televizyonlarından sıtkım
sıyrılalı evde zaman geçirme halim genellikle bir şeyler okumak ya da müzik
dinlemekten ibaret. Ancak beraber yaşadığım bir Mr. Balmy olunca bu fazlasıyla
“özgür” takılmak anlamına geliyor. Onunla beraber yabancı diziler ve filmler
alarak nitelikli zaman geçirmek istedik, kendimize bir de kafa dengi bir cd’ci
bulduk ki, o “beğenmezseniz iade alırım” diyerek tavsiye ediyor, biz de eve gelip
zevkle izliyoruz.
Da Vinci benim ilgi alanlarımdan
biridir, küçüklüğümden beri merakımı cezbetmiştir. Da Vinci’s Demons 7-8 bölüm
oynadıktan sonra sezon arası vermiş yeni bir dizi. Fantastik de sayılabilir ama
o 7-8 bölüm bile bizi bizden aldı. Tarih, entrika, büyü, hayranlık… Birçok
şeyden nasibimizi aldık, şimdi yeni sezonu heyecanla, hevesle bekliyoruz.
3. Üç Film Birden
Cd’cimizin beğenme garantili filmlerinden üçü:
Biri Fransız, biri Norveçli, diğeri İspanyol.
Bir Fransız filmi olan Intouchables (Can Dostum) öyle bildiğiniz başı-sonu belirsiz, bitti
de burada mı bitti dediğimiz Fransız filmlerinden değil, sıcak bir arkadaşlık
hikayesini anlatıyor, oldukça eğlenceli ve güzel vakit geçirten bir film olmuş.
Özetle boyundan aşağısı felç olan zengin ve aristokrat beyaz bir adam olan Philippe'e yardımcı olmak deyim yerindeyse el-ayak olmak için siyahi, üstelik hapishaneden yeni çıkmış, son
derece “hayta” ancak hayatı da rast geldiği gibi yaşayan Driss işe alınır.
Phillippe’e yaşadığı hayatından, gördüklerinden bambaşka tecrübeler yaşatır, hayata
basit bakış açısıyla çoğu zaman şaşırtır.
Ummadığımız insanlarla ummadığımız
ilişkiler kurar, ummadığımız dersleri onlardan öğreniriz biz de bazen. Bu bazen
bacak kadar bir çocuk da olabilir, eğitimsiz biri de. Filmin dokunduğu nokta da
bu zaten, hayatta kimden ne alacağımızı bilemeyiz, insanlara yaklaşırken bunu
unutmayalım.
İspanyol sinemasından nefis bir film olan El Cuerpo (Ceset) ise ikinci filmimizdi.
Benim gibi ezelden beri şaşırtıcı sonlara özel bir merakınız varsa ve bu
merakınız sayesinde artık her şaşırtıcı sonu önceden tahmin edebiliyorsanız
buyurun ters köşeye! Filmde zengin ve kocasından yaşça büyük Mayka şüpheli bir
şekilde kalp krizi geçirerek ölür ve ertesi gün cesedi morgdan kaybolur. İlk
şüphelenilen kocası Jamie’dir ve tüm kanıtlar da katilin Jamie olduğu yönünde
gelişmektedir. Ancak filmin en sonunda muhteşem bir intikam hikayesi ile tahmin
edilemeyecek bir sona varılıyor. Efektlerle germeye hayır diyorsanız, gerilim
dozu da gayet yerinde olmuş.
Bence bu üç güzel filmin en güzeli olan Hodejegerne (Kafa Avcısı) ise Norveç’ten
kopup ekranlarımıza düştü. Bir insan kaynakları yöneticisi olan Roger aynı
zamanda değerli tabloları çalarak ek gelir sağlamaktadır, böylece karısı Diana
ile lüks bir hayat sürmektedir. Çalıştığı yere iş başvurusunda bulunan Clas’ın
elindeki değerli tabloyu çalarak büyük bir vurgun yapmaya hazırlanırken işler
hiç de umduğu gibi gitmeyecektir.
Filmde çok güldüğümüz sahneler oldu, çok
duygulandığımız, hayli romantik bulduğumuz sahneler oldu, son derece gerilimli,
aksiyonlu sahneler oldu, çok şaşırdığımız sahneler oldu. Ne ararsanız vardı
yani. Film başladığında uyumak üzereydim üstelik yorgundum da, filmin ilk 5-10
dakikasında gözlerim kapandıysa da sonrasındaki aksiyonla yatarak bile
izleyemedim, ki genellikle gözlerim kapandıysa uykuya direnemem pek.
Norveç’te tüm zamanların en çok izlenen
filmi olduğunu da ekleyip izleyin izlettirin, demek istiyorum.
Bu üç film artık bana “Hollywood da neymiş,
peh!” dedirtti, cd’cimizi de gıyabında öptük bol bol Mr. Balmy ile… Bundan
sonra bol bol film tavsiyesi alabilirsiniz benden.
4. Hrant
İndirimli kitaplardan biri de buydu, Tuba
Çandar’ın kitabı Hrant. Ama öyle chick lit filan değil aksine insanın içine
içine işleyen, yüreğini kabartan cinsten 650 sayfalık bir ağıt bence bu kitap.
Hep uzaktım ben bu konuya, HrantDink’i
bilirdim sadece.
Bu ülke insanı alıngandır, eleştiriye
gelemez, Türk dedin mi kahraman, dürüst, asla kötülük yapmayan bir profil
vardır sadece. Tarihi bilmez, araştırmaz, sorgulamaz, öğretilene körü körüne
inanır, ona karşı çıkana düşman kesilir. Sanırım bir tür “Doğu Ekspresi”
kompleksi.
Hrant Dink’in çocukluğundan, gençliğine,
siyasi duruşuna, evliliğine, çocuklarına ve malum sonu getiren sürece ilişkin
her şey bu kitapta bölümler halinde ve çevresindeki insanlarca anlatılmış.
Hrant Dink her şeyden önce muhalif bir
kişilik. Evet Türk lobilerinde kabul görmüyor ama patrikhaneye de yaranamıyor,
Ermeni Diasporasına da. Tipik bir Anadolu insanı üstelik. Hani öyle Ermeni
deyince, farklı dinden, milliyetten olunca bambaşka zannediyoruz ya değil
aslında. Bu özellikler bizlere bu toprakta yaşamanın vergisi, dinin ya da
milliyetin değil.
Parçalanmış bir ailenin çocuğu olarak
Ermeni yetimhanesinde büyüyor, elleriyle Ermeni çocukları için Tuzla Kampı’nı
yapıyor sonra bir düzenlemeyle sorgusuz, sualsiz, bedelsiz bu kamp ellerinden
alınıyor. Bu ülke vatandaşı olduğu halde tüm bürokratik işlerinde hep
engelleniyor ya da işi zorlaştırılıyor, o kendini bu ülkeye ait hissettikçe,
hissetmek istedikçe, önüne set çekiliyor. Amacı sadece “biz de varız” demek. Bu
nedenle bir gazete kuruyor ve geçiyor başına.
Kimsenin toprağını kimsenin elinden almak,
yerinden yurdundan atmak gibi bir ideali yok, sadece empati istiyor, sadece
kabul görmek istiyor. Başka bir yerde yaşayamayacağını Türkiye’ye ait olduğunu
söyleyip duruyor. Hakkında davalar açılıyor ve mahkumiyet kararı çıkıyor,
yazdığı bir yazıdan dolayı. Üstelik yazıdan bir cümle cımbızlanıp önüne
arkasına bakılmadan herkes çığırtkanlık yapmaya başlıyor. Yine bir fısıltı
gazetesi çalışması örneği ile kimse “dur bakıyım bu yazının tamamında ne yazmış
bu adam” demeden kulaktan kulağa yaygarayı büyütüyorlar, büyütüyoruz. Halbuki
yazının asıl dokundurduğu kesim Ermeni Diasporası’ndan başka bir şey değil. Hem
sadece o cümleyi, tam da bizim anladığımız anlamda söylemiş olsa ne olur ki,
hani ifade özgürlüğü? Ya da niye böyleyiz, niye “konuşsun dursun” deyip ciddiye
almazlık yapamadık?
Bir canı almaya değer miydi? Gelip
geçtiğimiz dünyada, doğumla kazanılan, seçemediğimiz değerler bu kadar mı
önemli?
Bir belge bu kitap, bir anı kitabı, bir
ağıt, bir belgesel…
Bilmek, öğrenmek isteyenlere tavsiye
edilir.
5. Behzat Restoran ve Kolyoz Balık Restoranı:
Hayat tabi sadece okumaktan ve
film izlemekten ibaret değil. Bu hafta daha önce sık sık gittiğim Behzat
Restoran’ı ve ilk kez gittiğim Kolyoz Balık Restoranı’nı da hayırladım.
Behzat Restoran Birlik
Mahallesi’ndeki geniş alana ve bahçeye yayılmış haliyle oldukça sevdiğim bir
mekan haline geldi. Öncelikle fix mönülü Egeli bölümünde canım ortaokul
arkadaşım Nuray’ın sahneye çıkması bu keşifte etkili olduysa da daha sonraki
eğlencelerimizin birçoğunu orada yapmamızda gerçekten başarılı mezeleri ve iyi
hizmetleri etkili oldu.
Bu hafta müzik-eğlence için
değil, sohbet için Behzat’ın restoran kısmında yine bir kızlar gecesi yaptık.
Yine her şey mükemmeldi. Bir kez daha hizmet anlayışları ve sultani başta olmak
üzere mezelerinden dolayı kendilerini tebrik ediyorum.
Balgat’taki Rıfkı, Bahçeli’deki
Hüsnü, Park Caddesi’nde açılacak olan Behzat da aynı işletmeye ait.
Cumartesi akşamı Mr. Balmy’nin 33
gibi seksi bir yaşa girmesini kutlamak üzere önce Kolyoz Balık’ta baş başa bir
rakı-balık akşamı yapalım dedik. Tadılacak çok şey olduğundan tahinli yoğurtlu
patlıcan ezmesi, fava gibi bir iki soğuk
mezeyle başladık. Balık olarak barbun ve karides Adana söyledik. Gerçekten
denediklerimizin hepsi çok lezzetliydi. Yalnız karides Adana üzerine bir şey
söylemek isterim, ben karidesin pür tadını çok sevdiğimden öyle baharatlı,
acılı hale getirip tadını kesmeye gerek olmadığı düşüncesindeyim, kötüydü
diyemem, bizim için yanlış tercihti, diyeyim.
Asıl jest ise sonrasında geldi.
Ben rezervasyon yaptırırken eşimin doğum günü, lütfen güzel bir masa ayırın
bize, demiştim. Önce bir görevli gelip fotoğrafımızı çekti, üzerinde durmadık,
herhalde facebook sayfalarına filan koyacaklar, diye düşündük. Yemeklerimiz
bitmek üzereyken servis masamıza çikolata sosları filan konuldu, herhalde
unuttular burada, derken, üzerine mum konulup mutlu yıllar yazılmış sıcacık bir
çikolatalı sufle geldi masaya, bir şişe de şarap, üzerine az önce çekilen
fotoğrafımız yapıştırılmış! Böylesi bir jeste ağzım açık kalakaldım ve Kolyoz’u
ailemizin balıkçısı ilan ettim!
Yemeğimiz bittiğinde bu kez
arkadaşlarımızla buluşup Suit 34’te sabahlar olmasın diye diye sabahladık. Gece
klubü ortamlarının alkolsüz çekilmediğini düşündüğüm halde araba kullanma
sevdasına içemedim ancak şunu söyleyeyim Suit 34’ün de DJ’i çok başarılı, ayık
kafaya bile çekilir kılıyor.
Bu seferlik tavsiyelerim bu
kadar.
Öperim:)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder