Sesim soluğum çıkmaz oldu kaç zamandır, yazmaya değil,
yayınlamaya üşenen ilginç bir yapım var.
Eee madem bahar geldi, silkeleniyoruz, üzerimizdeki ölü
toprağını atıyoruz; buraya da iki kelam yazmak ve daha da önemlisi yayınlamak
farz oldu.
Hayatım aynı şekilde akıp gidiyor aslında. Sürekli bir
hareket, bir şeyler yapma, bir şeyleri halletme, bu arada sosyal hayat,
kültürel aktivitelere yetişme, planlar, programlar arasında koşup duruyorum.
Öncelikle artık güneş yüzü görmeye başladık. Bunun en güzel yanı artık dışarıda daha çok vakit geçirebilmek oldu bu da spor tutkuma yeni bir şeyi ekledi: Açıkhava yürüyüşleri.
Aslında bu konuya yabancı değilim. Özellikle üniversite döneminde yürüyüş benim hayatımın önemli bir parçası olmuştu. Hayatımla ilgili pek çok farkındalığı yürürken yakaladım. Sonra işe başladım, iş öncesi parkta koşup işe öyle gittim. Banka müfettişi iken hangi şehre gitmişsem, mevsim ne olursa olsun hep sabah koşusuna çıktım. Ankara’da yerleşik hayata geçip erken başlayan mesai de üzerine eklenince spor salonuna üye oldum. O zaman bu zamandır, yürüyüşler spor salonunda koşu bandının üzerinde gerçekleşiyor.
Havalar güzelleşince Pazar sabahları denk gelen arkadaşlarla Eymir Gölü çevresinde yürümeye başladık. Bu artık bir ritüel oldu ve onca idmana rağmen 2 saatin sonunda bacaklardaki ağrı, yanma bizde endorfinde tavan yaptırdı. Ankara’da bir kaçış noktası, temiz hava, biraz su, bol oksijen için bir Pazar yürüyüş ya da bisiklet sürmek için bence iyi bir kaçış. Sonrasında da mis bir kahvaltı olursa “keyif” listenize yeni bir hane ekleyebilirsiniz.
Güneşle ilgili
tek korkum yüzümdeki daha önce burada bahsettiğim leke tedavisinin muhteşem sonuçlarının ortadan kalkması
olacak. Bu yazı dikkatli geçirmek zorundayım. Üç aşamalı fotom aşağıda,
kesinlikle fotoğraflarla oynamadım.
Öte yandan ölü toprağı atmak için bir bahar temizliğine
girişmek, evimizi ve hayatımızı mümkün olduğunda sadeleştirmek bu aşamada tam
da kafa yorulası bir şey. Son zamanlarda dünyada da trend olmuş "simplfy your life"tan yola çıkarak 23 Nisan’ı evdeki dolapların içinde
geçirdim. İlginçtir daha taşınalı 1.5 yıl olmuşken bunca atılacak şeyi ne ara
biriktirdik hayret ettim, kıyafetten mutfak eşyasına kullanmadığım ne varsa
ayırdım kenara, 6 jumbo boy çöp torbası doldu. Ayakkabılarımdan ayrılamıyorum,
bir de o meselenin üstesinden gelirsem hayatım çok kolaylaşacak.
Bu blogun kuruluş nedeni öncelikle kendi el emeğimle hazırladığım tasarımlardı. Ancak insan oturduğu yerde nişan tepsisi, nikah şekeri hazırlayamıyor, illa ki bir vesile olmalı... O vesile sevgili Ülkücüğüm'ün nişanı oldu bu sefer. Mr. Balmy ile malzeme alışverişi için Ulus'ta attığımız turlar onun da epey hoşuna gitti. Malzemeleri alıp eve geldikten sonra kızları evde toplayıp onlara kısır ve çay servisini yaptırırken ben de çalıştım, çabaladım ve nişan tepsisini, makasını hazırladım. Konsept kırmızı-siyah olduğu için bir de kırmızı siyah kapı süsü yaptık. Ayna müthiş bir fikir bence!
Bu arada filmler, okumalar da devam ediyor. Araya bir de
tiyatro oyunu sıkıştırdım üstelik.
Devlet tiyatrolarının tatile girmesine az bir zaman kaldı.
Bu son demleri değerlendirmek için bu kez kalabalık kız grubuyla rotamız Küçük
Tiyatro oldu. Lise yıllarımdan kalma alışkanlıkla öncesinde yanındaki Mudurnu
Tavuk Lokantası’nda karnımızı doyurup ardından oyunu izledik.
Nereye tiyatroda ikinci sezonunda. Bir kamyon kasasında
çeşitli nedenlerle yurt dışına kaçmaya çalışan çeşitli milletlerden, bambaşka
kaçış nedenleri olan insanların hikâyelerini ve ortak hayallerini dinliyoruz
oyun boyunca.
Açık söylemek gerekirse oyunun başlangıcında biraz klişe ve
iç karartıcı bir hikâyeyle karşı karşıya olduğumuzu düşündüm. Ancak sonrasında
gerçekten eğlenceli diyaloglar, çarpıcı sahnelerle karşı karşıya kaldık. İki
buçuk saat süren bu oyunda Orta Doğu’nun yapısal sıkıntılarının bambaşka
şekilde yansıdığı hayatlara tanıklık ediyorsunuz. Kimi savaştan, kimi töreden,
kimi de ekonomik nedenlerden kaçıp daha müreffeh bir hayatın hayaliyle risk
alıp yollara düşüyorlar, bu yolculuk sonunda vardıkları yerleri de oyunun
aralarında görüyoruz. Ayrıca eğlenceli ve komik sahneleri de bir hayli fazla.
Devlet tiyatroları özellikle biz Ankaralılar için bir nimet.
Oyunculuklara diyecek yok ancak bence dekor ve kostüm konusunda gerçekten başka
bir sanatı daha konuşturuyorlar. Tabi ki daha geniş kaynaklara sahip olmaktan
kaynaklanıyor bu ama görsel şölene de diyecek yok… Nereye de özellikle dekor
anlamında çok çok başarılı. Ankara’daysanız, bu nimetten 10 liraya
faydalanabilirsiniz, bence kaçmaz.
Ve bahsetmeye değer bir kitap derseniz, benim Isabel Allende
hayranlığım geçen yıl Ruhlar Evi’yle başlamıştı. Bu blogta da yazısını
okumuşsunuzdur, sonrasında Yüreğimdeki Ülkem ile Ruhlar Evi’nde tanıdığım
yazarın ailesinin hikayesini biraz daha belgesel kıvamında okumuştum. Paula da
bu seriden sayılacak bir kitap. Aslında hepsi birbirinden bağımsız kitaplar ama
yazarın kendisinin ve ailesinin hikayesi olunca biraz o hissi veriyor.
Yazar, kızı Paula ölüm döşeğindeyken iyileştiğinde okuyup
hayatını hatırlasın diye başlıyor yazmaya ardından kendi kendini terapi için
yazıyor, sonrasında da gelen ilhamla bu roman çıkıyor ortaya. Gerçekten akıcı,
hisli bir kitap. Şili’nin siyasi hayatına, gündelik yaşamına ve öte yandan
kadın bakış açısıyla aşk, siyaset, ölümler, acılar, başarılar gibi pek çok
konuya dair bir kitap olmuş.
Benim gibi iyi bir kadın yazar bulup peşine düşmek
isterseniz Isabel Allende’yi bir okuyun derim. Ben şimdiden bir başka kitabının
daha siparişini vermiş bulunmaktayım.
Havadisler şimdilik bu kadar, sosyal medya detoksu iyi durumda, see you!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder