Son zamanlarda yanlış kitap seçimlerimden olsa gerek bir
okuyamama hali peyda olmuştu. Peş peşe üç kitabı yarım bıraktım, aylarca elim
gitmedi üçüne de. Artık okuyasım mı yok yoksa kitaplar mı yanlış bilemedim bir
süre.
D&R’dan yeni bir sipariş daha vermeye karar verdim.
Siparişe de okurken akıp gideceğini düşündüğüm kitapları koydum.
Bunlardan biri benim “ne yazsa okurum” listemde yer alan
Ayfer Tunç’un yepyeni kitabı Dünya Ağrısı idi.
Ayfer Tunç kitaplarında kitabın sonuna gelmek bana bir şey
ifade etmiyor, kitabı okuma süreci, anlatılanların anlatılış biçimi öylesine
güzel ki, sona gelmek bende sadece tatminsizlik yaratıyor.
Son derece hüzünlü, “dünya ağrısı” çeken iki kahramanımız
var. Uzun süre “asıl mesele”yi konuşmadan ama birbirlerine benzediklerini
hissederek yarenlik ediyorlar. Arka planda bu ülkenin gerçekleri dönüp duruyor,
kadın cinayetleri, töre, kitlesel galeyanla suçluya haddini bildirme merakı,
ayırımcılık, katliamlar… Bunların önüne ise merak hissi yerleşiyor, “ne olmuş
olabilir” diye merakla okunan bir kitap. Detaya inmek kitabın hazzının önüne
geçer. O yüzden fazla bahsetmemeyim ama bir parantez açarsam, son günlerde ayrı
ayrı pek çok ortamda sık sık dillendirdiğim bir şey kitapta yine karşıma çıktı:
Anlatmak… Başına geleni, derdini, sıkıntısını, acısını paylaşmayan, içinde
yaşayan, ayıpmışçasına saklayan insanlarla karşılaşıyorum sık sık ve habire
ortada ayıp olmadığını, en azından herkese değilse de güvenilir bir-iki insana
sıkıntını anlatmak gerektiğini söyleyip duruyorum. Kitapta da gidip buldum
bunu: Anlat… Acın geçmese de uyuşur, belki anlamsızlaşır, hafifler…
Sürükleyici bir roman isterseniz, buyurun…
Kitapta altı çizilenler:
“Hikayeler insanı kendi
kuyusundan çıkarır, başkalarının kuyularına atar.
Başkalarının kuyuları daha mı
iyi?
İyi diye bir şey yok. Ama insan
kendi hikayesini bilir, kendi hikayesinden sıkılır.” (s.12)
“Güzel şeyleri de
unutmak istiyor. Güzel şeyleri hatırlamanın ertesi günü mahveden, yıkıcı bir
tarafı var.” (s.12)
“Anlatabilmek için
anlatılacakların olgunlaşmasını beklemek lazım. Bir acıyı zamansızca anlatmak
dokusunu bozar, beklemek lazım.” (s.71)
“Suç böyle bir şey
diye düşündü, asla kendisiyle sınırlı kalmaz, geçmişi de ortaya döker, yeniden
yazar, kuyruğuna başka şeyler takılır, devasa bir günah haline gelir.”
(s.92)
“Ama insan, hayatın
bir yerinde iyi kötü bir bütün olmak istiyordu, kırık dökük de olsa bir bütün
ya da ona yakın bir şey. İnsan bu yüzden hatırlıyordu her şeyi, zamanı gelince
istemese de parçaları bir araya getiriyordu. Ama zaman içinde pek çoklarının ruhu
taşlaşmış oluyordu, çoğunluk aynada kendine baktığında gördüğü sahte bütünden
hoşnut kalıyordu.” (s.124)
“İntihar insanın
elindeki büyük fikirlerden biridir.” (s. 228)
“Hayatın bir anlamı
yoktur ama yaşamak hayata bir anlam verme uğraşıdır.” (s. 248)
“Gerçeğin kuyusu bir
cehennem. Ömrümüz gerçeğin kuyusuna inmemek için mücadele etmekle geçiyor. Sen
bu yüzden kendini başkalarının kuyusuna atıyorsun, ben bu yüzden başımı alıp
gidiyorum. Kendi kuyumuza inip kendimizi tanımak istemiyoruz. Biliyoruz çünkü ne
kadar aciz, zavallı, korkak, tiksindirici olduğumuzu. Ama bilmek istemiyoruz.”
(s.281)
“Bir an gelir, en
yakınındaki kişinin aslında hiç tanımadığın bir yabancı olduğunu anlarsın.
Çünkü yakın diye bir şey yok. Yakınlık ya da her ne ise insanları bir arada
tutan şey, kelimelerle, hareketlerle, öğrenilmiş duygularla imal edilmiş, zayıf
bir bağ, hiç beklenmedik bir anda kopuyor. Normal insanlar bu kopuşları
anlamazdan geliyor, yabancılığı kabul ediyor, ufak tefek tadilatlar yapıyor,
böylece hayat devam ediyor.” (s.293)
“İnsan öyle
filmlerdeki gibi dersini alıp değişmiyor, kafaya darbe yiyip aklı başına
gelmiyor. İnsan hamurundaki mayayı değiştiremiyor, hamur bir parça sakinleşiyor
sadece, o kadar, belki de yaşlandığın içindir.” (s.322)
*Görseller internetten alıntıdır, maalesef kaynaklarına ulaşamadım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder