11 Ocak 2014 Cumartesi

Bir yılbaşı hikayesi: Antakya!

Yeni yıla başka bir yerlerde girmeyi seviyorum ben. Gitmenin bahanesi çok bende. Bunaldım, daraldım, gideyim bir yerlere; kutlama mı var, gidelim bir yerlere.


Başka bir ülke görmek çok heyecan verici, yaşadığın ülkenin kıyısını köşesini keşfetmek ayrı keyif verici. Süre 4 gün, tatil planı yapmak için zaman kısıtlı olunca benim aklıma Türkiye’de görmediğim ama hep görmeyi istediğim bir yer geldi.

Antakya’dan hep medeniyetler beşiği, üç dinin, bir sürü milliyetin bir arada yaşadığı mozaikler şehri olarak bahsedilir, yemekleri, tatlıları dillerde. Gidip görmek için bahane de varken uçak biletleri, oteli ayarladık, gezme programını da yapıp düştük yollara.


Cumartesi sabah erkenden uçağımız varken Cuma gecesi ateşim 38.5’a kadar çıktı. Olmadı bir gün sonra gideriz derken, acile gidip birkaç iğne, ilaç takviyesiyle cumartesi sabahı 4’te uyanıp valizimi toparladım ve 8’deki uçakla Adana’ya geçtik. Ardından otogara ve Antakya’ya. Her ne kadar 2 saatlik bir mesafe olsa da 4 saatte gidebildik ve gerçekten yol boyu çoookkk sıkıldık. Bindiğimiz otobüsün İstanbul’dan geldiğini duymak biraz da olsa şikayet etmemizi engelledi ama.

Antakya’da şehrin dışındaki Ottoman Palace’da kaldık, Ottoman Palace’ta kalmayı düşünüyorsanız saat başı şehir merkezine, yarım saatlerde de şehir merkezinden otele servis var. Dolayısıyla ulaşım sıkıntı yaratmaz. Otel Osmanlı konseptinde olduğu için gereksiz süslü ve şaşalı geldi bana açıkçası, sütunlardaki padişah resimleri ile yılbaşı dolayısıyla korkuluklardan sarkan Noel Babaların uyumuna da diyecek yoktu! 

Yemeklerini de beğendiğimi söyleyemeyeceğim maalesef. Salatamın içinden yarısı ısırılmış köfte bile çıktı! O süs ve şaşa, odaya çıktığınızda yerini ucuza kaçmaya bırakmıştı. Otel termal otel, ben termal turizmine, dolayısıyla otelde kalmaya gitmemişim, niyetim Antakya’yı gezmek ve yılbaşı programına katılmak olmasına rağmen 5 yıldızlı standardına gelememiş bir yer olduğunu söylemek isterim. Şehir merkezindeki Savon Hotel’i tercih etmekte fayda var, bambaşka bir havası var, kaliteli duruyor en azından.

Antakya’ya adım atar atmaz Büyük Antakya Oteli’ne valizleri bıraktık ve karnımızı doyurmak üzere Antakya’nın sokaklarına daldık. Abdo Döner’de döner ve ayran ziyafetinden sonra kahvelerimizi Affan Kahvesi’nde içtik.



Antakya’da geçirdiğimiz her gün Affan Kahvesi’ne mutlaka uğradık, burası bildiğiniz yaşlı amcaların oturup sohbet ettiği, kağıt oynadığı kahvelerden. Cam bardaktaki Türk kahvesi, çayı bir harika, kendi yaptıkları salebi ise gerçekten bugüne kadar içtiğim en güzel salepti. Bir de buranın meşhur bir güllü tatlısı var, ismi haytalı. Fosfor pembe renkli, güllü tatlının görüntüsü beni pek cezbetmedi o yüzden tadına bakmadım ama 4s’da birçok övgü almıştı. Bilgilerinize.

Ardından çarşı içinde ayakkabıcılar çarşısı içinde çay bahçelerinin olduğu Çınaraltı’nda künefe yedik.
İlk gün şehir merkezinde biraz turladıktan sonra valizleri alıp otele geçip dinlendik.

Ertesi gün kahvaltı sonrası yeniden şehir merkezine attık kendimizi. İlk iş Affan Kahvesi’ne gidip birer salep, birer kahve yuvarladık, şehir haritasını inceledik, önerileri okuduk. Bu arada maalesef göz açtırmaz bir yağmur ve soğuk yanında benim antibiyotik, ilaç ve vitamin takviyeleri ile ayakta durmam keyfimizi kaçırdı. Günlerden Pazar olması nedeniyle ziyaret etmek istediğimiz kiliselerin tamamında ayin nedeniyle içeri giremedik, ziyaretleri başka güne bırakıp Antik Cam Evi ve Savon Hotel’i dolaştık. Ardından Antakya’nın meşhur Arkeoloji Müzesi’ne gittik.


Taşınma işlemleri nedeniyle müzede çok az sayıda eser kalmıştı maalesef. Meşhur “kem göz mozaiği”ni göremedim. Yeri gelmişken Romalılar döneminde nazarlık olarak kullanılan bu mozaiğin kötü enerjiden koruduğuna inanılıyormuş, üzerindeki yazı da “sen de” demekmiş, yani benim hakkımda düşündüklerin seni bulsun misali. Gel de nazara inanma şimdi!



Müzede bir lahit ve birkaç mumya kalmış görülmeye değer, geriye kalanından beklediğimizi bulamayınca midemize aradığını bulduralım diyerek Anadolu Restaurant’ta aldık soluğu. Antakya’ya gelmişseniz içmeseniz de o mezelerin tadına mutlaka bakmak gerek. Hastalığım nedeniyle rakı içemesem de humus, cevizli biber, zahter salatası ve yoğurtlu patlıcana sıcak ekmekle yumuldum. Hastalıktan dolayı ağzımın tadı pek yoktu ama yine de denemeye değer. Anadolu Restaurant haricinde ikinci bir seçenek de Sultan Sofrası. Ancak bizim oraya gitme fırsatımız olmadı.



Buraya bir parantez açıp Antakya şehir merkezinde fiyatların çok ucuz olduğunu belirtmek isterim, bu rakı sofrasına 38 TL verdik mesela. En meşhur künefecide künefenin porsiyonu 5 tl, Affan Kahvesinde 2 salep, 2 kahve ve suya ise 8 tl ödedik!

Yağmur ve soğuk hastalığımı iyice tetikleyip hava da kararınca akşam yine otele attık kendimizi. Akşam otelin spasında masaj yaptırdım. Otel bu konuda da sınıfta kaldı, yağı vücuda yedirmek masaj olmuyor maalesef. Deneme amaçlı yarım saatlik klasik bir masaj denemiştim, beğenmem durumunda ertesi günlerde farklı masajları da yaptıracaktım ancak gerek olmadığını gördüm.



Bir sonraki gün planımız ise civardaki Samandağ ve Harbiye’ye gitmekti. Araba kiraladık 4s ve tabelalar yardımıyla önce Samandağ’ına gittik yine göz açtırmaz bir yağmur eşliğinde. Samandağ’ın şehir merkezinde biraz turladıktan sonra Roma döneminden kalma Titus Tüneli ve kaya mezarlarını ziyaret ettik. Antakya’ya geldiğinizde mutlaka bu çok iyi korunmuş kalıntıları görmenizi tavsiye ederim. Yağmur nedeniyle ıslanan taşlarda yürümek biraz maceralı olsa da son derece keyifli bir tur oldu bizim için.



Yağmurda iyice üşüyüp karnımız da acıkınca yeniden Samandağ’a dönüp deniz kenarında hem pansiyon, hem restoran olarak işletilen Letonya Balık Restoranı – Kel Sabit’in Yeri’ne gittik. Bizden başka kimse yok, ısıtıcıyı tam sırtıma yerleştirdim, birer bira söyledik, taze deniz ürünleri ve balıktan sipariş verdik. Hastalık filan halt etmiş, o ağzımın tadının bozuk haline rağmen karidesini, kalamarını, barbun tavasını ve salatasını bayıla bayıla yedim. Üzerine bir poşet kendi bahçelerinden toplanmış mandalinayı da yolluk olarak verdiler. Burası Antakya to-do-listlerinde ilk sıraya yazılmalı, o kadar diyorum!


Havayı karartmadan şelaleleri de görmek için Harbiye’ye doğru yola çıktık. Soğuk, yağmur şırıl şırıl akan şelaleleri pek cazip hale getirmese de yağmurun da ayrı bir güzellik kattığı da bir gerçek. Eminim yazın su içindeki masalarda yemek içmek daha keyifli oluyordur ama şartlar böyle ne yapalım! Mozaik Restaurant’ta oturup bol bol çay içtik biz de. Mozaik’in tuzda tavuğunu çok övdüler ancak 3 saat önceden sipariş vermek gerektiğinden deneyemedik, belki bu yazıyı okuyanlar için faydalı olur diye belirtmek istedim. Antakya’da her daim, her yerde güzel bulacağınız bir şey varsa o da çay, kahve.





Akşam yine otelde, termal havuzda ısınarak geçti.

Yılın son günü erkenden şehir merkezine indik. Affan Kahvesi’ne uğradıktan sonra Pazar ayinlerinden gezemediğimiz kiliselere gidelim dedik. Protestan ve Ortodoks kilisesinin kapalı saatine denk geldik, Katolik kilisesini ise kapanmadan 5 dakika önce yakaladık. Biz “gri şehir”de yaşadığımızdan yol kenarlarında bahçelerde portakal, greyfurt ağaçlarıyla karşılaşmak oldukça ilginç geliyor. Ardından meşhur St. Pierre Kilisesi’ne doğru gidecekken oranın da tadilatta olduğunu öğrenip oradan da eli boş döndük. 


Biz de kendimizi yine yemeğe vuralım dedik ve Antakya’nın en meşhur künefecisi Çınaraltı Yusuf Usta’da kömür ateşinde künefe yemeye gittik. Antakya’da künefe denilince ilk tavsiye edilen yer burası ve ne tesadüf ki biz gittiğimizde künefeyi hazırlıyorlardı, böylece yapım aşamasına ve pişmesine de tanık olarak küçük bir künefe belgeseli bile hazırlayabildim. Instagramda, facebookta, foursquare’de paylaştığımda ise çok kişi isyan etti ne yalan söyleyeyim, isyan edilmeyecek gibi değildi gerçi. Tadı da evlere şenlik, hadi bunu da yazın to-do-liste!

Ardından Antakya’nın meşhur Uzun Çarşı’sında alışverişe çıktık. Buraya geldik ne alınır derseniz: Ben öncelikle kem göz mozaiğinden magnetler aldım, hatta bunların Antakya’da çıkarılan özel taş üzerine yapılmışları da var, nazarlık olarak da kullanılıyor. Sonra defne sabunu, nar ekşisi, Antakya’ya özgü peynir ve çökelekler, zeytinyağı, biber, patlıcan kuruları da seçenekler arasında. Ben gittiğim yerin mutfağına özgü şeyleri almayı seviyorum, ayrıca bir sabun takıntım da vardır, o yüzden Antakya tam bana göre bir yerdi açıkçası.

Alışverişler de bitince son durak olarak Cabaret Bar isminde şahane bir mekanda biralarımızı medeniyetler beşiğine kaldırdık. Antakya’da değil de İstanbul’un, Ankara’nın göbeğinde, atmosferi çok farklı bir yer burası. Mutlaka uğramalı iki tek atıp çıkmalı.

Ardından otele döndük, akşamki eğlencede oturma planı için kura çekimine katılıp hazırlandık. Otelin balo salonunda Hatice’yi izledik. Yılbaşı eğlencesinin ardından otelin bahçesinde dilek balonları uçurup mangal partisine de katıldıktan sonra sabah erken saatteki uçakla Ankara’ya döndük.

Yeni yıla gezerek girdik, tüm yıl gezelim diye. Ben yeni yılda en az 5 yeni ülke görmek istiyorum, evrene yolladım mesajımı, şimdi olsunJ

*Kemgöz mozaiği fotoğrafı "motosikletveötesi" sitesinden alıntıdır.





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder