Yeni yıla başka bir yerlerde girmeyi seviyorum ben. Gitmenin
bahanesi çok bende. Bunaldım, daraldım, gideyim bir yerlere; kutlama mı var,
gidelim bir yerlere.
Başka bir ülke görmek çok heyecan verici, yaşadığın ülkenin
kıyısını köşesini keşfetmek ayrı keyif verici. Süre 4 gün, tatil planı yapmak için zaman kısıtlı olunca
benim aklıma Türkiye’de görmediğim ama hep görmeyi istediğim bir yer geldi.
Antakya’dan hep medeniyetler beşiği, üç dinin, bir sürü
milliyetin bir arada yaşadığı mozaikler şehri olarak bahsedilir, yemekleri,
tatlıları dillerde. Gidip görmek için bahane de varken uçak biletleri, oteli
ayarladık, gezme programını da yapıp düştük yollara.
Cumartesi sabah erkenden uçağımız varken Cuma gecesi ateşim
38.5’a kadar çıktı. Olmadı bir gün sonra gideriz derken, acile gidip birkaç
iğne, ilaç takviyesiyle cumartesi sabahı 4’te uyanıp valizimi toparladım ve
8’deki uçakla Adana’ya geçtik. Ardından otogara ve Antakya’ya. Her ne kadar 2
saatlik bir mesafe olsa da 4 saatte gidebildik ve gerçekten yol boyu çoookkk
sıkıldık. Bindiğimiz otobüsün İstanbul’dan geldiğini duymak biraz da olsa
şikayet etmemizi engelledi ama.
Antakya’da şehrin dışındaki Ottoman Palace’da kaldık, Ottoman
Palace’ta kalmayı düşünüyorsanız saat başı şehir merkezine, yarım saatlerde de
şehir merkezinden otele servis var. Dolayısıyla ulaşım sıkıntı yaratmaz. Otel
Osmanlı konseptinde olduğu için gereksiz süslü ve şaşalı geldi bana açıkçası,
sütunlardaki padişah resimleri ile yılbaşı dolayısıyla korkuluklardan sarkan
Noel Babaların uyumuna da diyecek yoktu!
Yemeklerini de beğendiğimi
söyleyemeyeceğim maalesef. Salatamın içinden yarısı ısırılmış köfte bile çıktı!
O süs ve şaşa, odaya çıktığınızda yerini ucuza kaçmaya bırakmıştı. Otel termal
otel, ben termal turizmine, dolayısıyla otelde kalmaya gitmemişim, niyetim
Antakya’yı gezmek ve yılbaşı programına katılmak olmasına rağmen 5 yıldızlı
standardına gelememiş bir yer olduğunu söylemek isterim. Şehir merkezindeki
Savon Hotel’i tercih etmekte fayda var, bambaşka bir havası var, kaliteli
duruyor en azından.
Antakya’ya adım atar atmaz Büyük Antakya Oteli’ne valizleri
bıraktık ve karnımızı doyurmak üzere Antakya’nın sokaklarına daldık. Abdo
Döner’de döner ve ayran ziyafetinden sonra kahvelerimizi Affan Kahvesi’nde içtik.
Antakya’da geçirdiğimiz her gün Affan Kahvesi’ne mutlaka
uğradık, burası bildiğiniz yaşlı amcaların oturup sohbet ettiği, kağıt oynadığı
kahvelerden. Cam bardaktaki Türk kahvesi, çayı bir harika, kendi yaptıkları
salebi ise gerçekten bugüne kadar içtiğim en güzel salepti. Bir de buranın
meşhur bir güllü tatlısı var, ismi haytalı. Fosfor pembe renkli, güllü tatlının
görüntüsü beni pek cezbetmedi o yüzden tadına bakmadım ama 4s’da birçok övgü
almıştı. Bilgilerinize.
Ardından çarşı içinde ayakkabıcılar çarşısı içinde çay
bahçelerinin olduğu Çınaraltı’nda künefe yedik.
İlk gün şehir merkezinde biraz turladıktan sonra valizleri
alıp otele geçip dinlendik.
Ertesi gün kahvaltı sonrası yeniden şehir merkezine attık
kendimizi. İlk iş Affan Kahvesi’ne gidip birer salep, birer kahve yuvarladık,
şehir haritasını inceledik, önerileri okuduk. Bu arada maalesef göz açtırmaz
bir yağmur ve soğuk yanında benim antibiyotik, ilaç ve vitamin takviyeleri ile
ayakta durmam keyfimizi kaçırdı. Günlerden Pazar olması nedeniyle ziyaret etmek
istediğimiz kiliselerin tamamında ayin nedeniyle içeri giremedik, ziyaretleri
başka güne bırakıp Antik Cam Evi ve Savon Hotel’i dolaştık. Ardından
Antakya’nın meşhur Arkeoloji Müzesi’ne gittik.
Taşınma işlemleri nedeniyle müzede çok az sayıda eser
kalmıştı maalesef. Meşhur “kem göz mozaiği”ni göremedim. Yeri gelmişken
Romalılar döneminde nazarlık olarak kullanılan bu mozaiğin kötü enerjiden
koruduğuna inanılıyormuş, üzerindeki yazı da “sen de” demekmiş, yani benim
hakkımda düşündüklerin seni bulsun misali. Gel de nazara inanma şimdi!
Müzede bir lahit ve birkaç mumya kalmış görülmeye değer, geriye kalanından beklediğimizi bulamayınca midemize aradığını
bulduralım diyerek Anadolu Restaurant’ta aldık soluğu. Antakya’ya gelmişseniz
içmeseniz de o mezelerin tadına mutlaka bakmak gerek. Hastalığım nedeniyle rakı
içemesem de humus, cevizli biber, zahter salatası ve yoğurtlu patlıcana sıcak
ekmekle yumuldum. Hastalıktan dolayı ağzımın tadı pek yoktu ama yine de
denemeye değer. Anadolu Restaurant haricinde ikinci bir seçenek de Sultan
Sofrası. Ancak bizim oraya gitme fırsatımız olmadı.
Buraya bir parantez açıp Antakya şehir merkezinde fiyatların
çok ucuz olduğunu belirtmek isterim, bu rakı sofrasına 38 TL verdik mesela. En
meşhur künefecide künefenin porsiyonu 5 tl, Affan Kahvesinde 2 salep, 2 kahve
ve suya ise 8 tl ödedik!
Yağmur ve soğuk hastalığımı iyice tetikleyip hava da
kararınca akşam yine otele attık kendimizi. Akşam otelin spasında masaj
yaptırdım. Otel bu konuda da sınıfta kaldı, yağı vücuda yedirmek masaj olmuyor
maalesef. Deneme amaçlı yarım saatlik klasik bir masaj denemiştim, beğenmem
durumunda ertesi günlerde farklı masajları da yaptıracaktım ancak gerek
olmadığını gördüm.
Bir sonraki gün planımız ise civardaki Samandağ ve
Harbiye’ye gitmekti. Araba kiraladık 4s ve tabelalar yardımıyla önce
Samandağ’ına gittik yine göz açtırmaz bir yağmur eşliğinde. Samandağ’ın şehir
merkezinde biraz turladıktan sonra Roma döneminden kalma Titus Tüneli ve kaya
mezarlarını ziyaret ettik. Antakya’ya geldiğinizde mutlaka bu çok iyi korunmuş
kalıntıları görmenizi tavsiye ederim. Yağmur nedeniyle ıslanan taşlarda yürümek
biraz maceralı olsa da son derece keyifli bir tur oldu bizim için.
Yağmurda iyice üşüyüp karnımız da acıkınca yeniden
Samandağ’a dönüp deniz kenarında hem pansiyon, hem restoran olarak işletilen
Letonya Balık Restoranı – Kel Sabit’in Yeri’ne gittik. Bizden başka kimse yok,
ısıtıcıyı tam sırtıma yerleştirdim, birer bira söyledik, taze deniz ürünleri ve
balıktan sipariş verdik. Hastalık filan halt etmiş, o ağzımın tadının bozuk
haline rağmen karidesini, kalamarını, barbun tavasını ve salatasını bayıla
bayıla yedim. Üzerine bir poşet kendi bahçelerinden toplanmış mandalinayı da
yolluk olarak verdiler. Burası Antakya to-do-listlerinde ilk sıraya yazılmalı,
o kadar diyorum!
Havayı karartmadan şelaleleri de görmek için Harbiye’ye
doğru yola çıktık. Soğuk, yağmur şırıl şırıl akan şelaleleri pek cazip hale
getirmese de yağmurun da ayrı bir güzellik kattığı da bir gerçek. Eminim yazın su
içindeki masalarda yemek içmek daha keyifli oluyordur ama şartlar böyle ne
yapalım! Mozaik Restaurant’ta oturup bol bol çay içtik biz de. Mozaik’in tuzda
tavuğunu çok övdüler ancak 3 saat önceden sipariş vermek gerektiğinden
deneyemedik, belki bu yazıyı okuyanlar için faydalı olur diye belirtmek
istedim. Antakya’da her daim, her yerde güzel bulacağınız bir şey varsa o da
çay, kahve.
Akşam yine otelde, termal havuzda ısınarak geçti.
Yılın son günü erkenden şehir merkezine indik. Affan
Kahvesi’ne uğradıktan sonra Pazar ayinlerinden gezemediğimiz kiliselere gidelim
dedik. Protestan ve Ortodoks kilisesinin kapalı saatine denk geldik, Katolik
kilisesini ise kapanmadan 5 dakika önce yakaladık. Biz “gri şehir”de
yaşadığımızdan yol kenarlarında bahçelerde portakal, greyfurt ağaçlarıyla
karşılaşmak oldukça ilginç geliyor. Ardından meşhur St. Pierre Kilisesi’ne
doğru gidecekken oranın da tadilatta olduğunu öğrenip oradan da eli boş döndük.
Biz de kendimizi yine yemeğe vuralım dedik ve Antakya’nın en meşhur künefecisi
Çınaraltı Yusuf Usta’da kömür ateşinde künefe yemeye gittik. Antakya’da künefe
denilince ilk tavsiye edilen yer burası ve ne tesadüf ki biz gittiğimizde künefeyi
hazırlıyorlardı, böylece yapım aşamasına ve pişmesine de tanık olarak küçük bir
künefe belgeseli bile hazırlayabildim. Instagramda, facebookta, foursquare’de
paylaştığımda ise çok kişi isyan etti ne yalan söyleyeyim, isyan edilmeyecek
gibi değildi gerçi. Tadı da evlere şenlik, hadi bunu da yazın to-do-liste!
Ardından Antakya’nın meşhur Uzun Çarşı’sında alışverişe
çıktık. Buraya geldik ne alınır derseniz: Ben öncelikle kem göz mozaiğinden
magnetler aldım, hatta bunların Antakya’da çıkarılan özel taş üzerine
yapılmışları da var, nazarlık olarak da kullanılıyor. Sonra defne sabunu, nar
ekşisi, Antakya’ya özgü peynir ve çökelekler, zeytinyağı, biber, patlıcan
kuruları da seçenekler arasında. Ben gittiğim yerin mutfağına özgü şeyleri
almayı seviyorum, ayrıca bir sabun takıntım da vardır, o yüzden Antakya tam
bana göre bir yerdi açıkçası.
Alışverişler de bitince son durak olarak Cabaret Bar isminde
şahane bir mekanda biralarımızı medeniyetler beşiğine kaldırdık. Antakya’da
değil de İstanbul’un, Ankara’nın göbeğinde, atmosferi çok farklı bir yer burası.
Mutlaka uğramalı iki tek atıp çıkmalı.
Ardından otele döndük, akşamki eğlencede oturma planı için
kura çekimine katılıp hazırlandık. Otelin balo salonunda Hatice’yi izledik.
Yılbaşı eğlencesinin ardından otelin bahçesinde dilek balonları uçurup mangal
partisine de katıldıktan sonra sabah erken saatteki uçakla Ankara’ya döndük.
Yeni yıla gezerek girdik, tüm yıl gezelim diye. Ben yeni
yılda en az 5 yeni ülke görmek istiyorum, evrene yolladım mesajımı, şimdi olsunJ
*Kemgöz mozaiği fotoğrafı "motosikletveötesi" sitesinden alıntıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder