“Yola çık, güneye git.
Mümkün olduğunca güneye. Denizin seni okşayan bir renge sahip olduğu, sana iyi
geleceği bir yere. Tek bir lokantanın, yeni tutulmuş bir balığın pişirildiği
tek lokantanın olduğu, etiketsiz, belki biraz reçine kokan beyaz şarabın içildiği
yere git. Oturup günbatımını seyredebileceğin bir yer olsun…
…
Ya da gündoğumunu.
Güneşe karşı gözlerini yumacağın, bedeninin konuşmasına izin vereceğin ve onu
dinleyeceğin bir yer olsun. Ve kiminle sevişmek istersen onunla sevişeceğin bir
yer.
…
Belki böyle bir yer
sadece içimizde var. Orayı aramayı sürdürmeliyiz….. Onu bulamazsak yaratmamız
gerekir. Çünkü kimi zaman yola çıkmak, kaçmak işe yaramaz. Ötede sandığımız
gerçek, çoğu zaman olduğumuz yerdedir ve ancak yüzleşme gücüne sahipsek
bulabiliriz onu. Olduğunuz yerde hareket ederek, gerçeği kabul ederek. Sadece
böyle değiştirebiliriz. Olduğumuz yerde hareket ederek ya da dünyayı gezmek
için bavul hazırlayarak. Tek tek adımlarla.
…
Ve şu anda İstanbul
dünyanın her yeri ve Anna’nınki gibi pek çoğu arasında sadece tek bir öykü. Ve
onu anlatma yürekliliği bulduğunda, kendi öykünü anlattığında her şey değişir.
Çünkü hayatın öyküye dönüştüğü andan karanlık aydınlanır ve ışık sana yol
gösterir. Ve şimdi biliyorsun; o sıcak yer, güneydeki o yer sensin.”
1 Mayıs tatildi, buna rağmen sabah erkenden uyandım,
koltukta açılmayı beklerken biraz televizyona baktım boş boş. Acıktığımı
hissettim bir şeyler atıştırdım, biraz ütü yaptım. Sonra Ahu’nun mesajı geldi:
“Spora gidecek misin?”
“Akşamüstü gideceğim, pilates dersim var.”
23 Nisan’ın neredeyse 14 saatini dolap temizlemekle
geçirmişim, “bugün nereyi temizliyorsun” diye soruyor. Önceki yazımda
bahsetmiştim ya, ışık yanıveriyor. “Ruhumu” diyorum. Evdeyim. “Hiçbir şey
yapmamayı” beceremesem de frene basmayı deneyeceğim diyorum o anda. Mr. Balmy
de hazır işe gitmişken, fırsat bu fırsat…
Uzun zamandır kitap okumaya şöyle geniş zaman ayıramamışım.
Ferzan Özpetek’in kitabı İstanbul Kırmızısı’nı alıyorum elime. Sadece kahve, su
almak, acıktığımı hissedince bir şeyler atıştırmak için kalkıyorum başından, tv
kapalı, müzik açık, telefon sadece iletişim anları için yanımda.
Vuruluyorum. Kolay okunan, çabucak biten bir kitap. Filmleri
gibi, öyle bir anlatıyor ki, bittiğinde sanki o hikayenin içinde ben de
varmışım da şimdi, gözü, kulağı, objektifi bana yönelmiş gibi hissediyorum.
Kendi hayatının, kendi İstanbul’unun yanında Anna isimli
diğer kahramanın öyküsü de kitapta akıp gidiyor. Kitabın sonunda
kahramanlarımızın yolları bir şekilde kesişiyor. Aşk, aile, ilişkiler, anılar,
eski İstanbul, yeni İstanbul… Tıpkı Ferzan Özpetek filmleri gibi, hani kitabın
filmini çekmeye kalksa sanırım benim hayal ettiğimden farklı bir şey çıkmaz
ortaya.
Öte yandan Emek Sineması ve Gezi olayları gibi yakın
tarihimizin önemli olayları da kitaptaki hikâyenin içine yerleştirilmiş, göze
sokmadan, kullanmadan… Bu kitaptan benim anladığım aslında Ferzan Özpetek kendi
hayatındaki önemli birkaç detayın notunu düşmüş gibi.
“Uçurtma uçurmayı
bilmeyen bir erkek, bir kadını mutlu edemez.” (s.21)
“Aşk cinsiyet ayırmaz:
aşk seçer” (s.57)
“… Ama şimdi
biliyorum, aşkın ana noktası bu: akşamları kapıda bekleyen birinin olması. Seni
kucaklayan birinin. Ebediyen değil, tek bir gün için bile olsa kolları arasında
kendini yuvanda hissetmeni sağlayan birinin.
…
Aşk. Ne öğrendim aşk
hakkında? Aşk hakkında öğrendiğim, aşkın var olduğudur. Ya da belki, daha yalın
anlatımla aşk hakkında öğrendiğim ve öğrenmeyi sürdürdüğüm, filmlerimde, bütün
filmlerimde anlattığımdır. Yani, sevdiğimiz insanları asla unutmadığımız, onların
daima bizimle kaldıklarıdır; bizi onlara artık var olmasalar bile çözülmez
biçimde bağlayan bir şeyler olduğudur.
İmkansız aşklar, yarım
kalmış aşklar, var olabilecekken olmamış aşklar olduğunu öğrendim. Yara izi
bıraksa da dağlayıcı bir damganın daha iyi olduğunu öğrendim; kışı andıran bir
yürektense bir yangın yeğdir.
…
Duygular söz konusu
olunca gizemli yasalarca yönetildiğimizi, belki kader belki serap; ama
kesinlikle akıl ermez, açıklanamaz bir şeylerin var olduğunu öğrendim. Çünkü
temelde aşık olmayı açıklayacak bir neden asla yoktur. Sadece olur. Bu bir
gizemin içine girmek gibidir: sınırı aşmak, eşiği atlamak gerekir. Ve orada, bu
gizemde mümkün olduğunca uzun süre kalmayı denemektir.” (s.65)
“Korkuyorum da. Onun
için, eski bir sinema için, bir hayali anmak için protesto gösterisi yapan
halkına karşı polis gönderen bu ülke adına korkuyorum.” (s.96)
“Hayatta asla
başkalarının yargılarına takılıp kalmamak, insanların acımasızlığına ve
dedikodularına kulak asmamak gerekir. Sevdiklerimizin ve bizi sevenlerin
zayıflıklarını anlamaya çalışmak, bizde yarattıkları acılar yüzünden onları
bağışlamak gerekir. Çünkü gerçekten önemli olan, göze görünen değil, duyguların
özüdür.” (s.105)
“Biliyor muydun,
Japonya’da kırık seramikleri onarırken kırığı örtmeye çalışmazlar, tam tersine
onu vurgulamak için kırık yeri altınla doldurarak düzeltirler, diyor. Çünkü bir
şey zarar gördüyse, bir öyküsü varsa bu daha güzel sayılır. Hayatın seni unufak
ettiyse onu altınla onar!” (s.110)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder