Geçtiğimiz günlerde medeni halimin “evli” olarak
değişmesinin üzerinden tam bir yıl geçti.
Artık kimse “alıştın mı, nasıl gidiyor” diye sormuyor. Hatta
bir arkadaş “1,3,7 eşiğinden ilkini geçmişsiniz, tebrikler” dedi.
Genellikle hiç evlenmemiş insanların “evlilik insan doğasına
aykırı yaaeee, çok saçma yaneeee” gibi
klişe yorumlarına kulak asmadım ben hiç ya da mutlaka evlenmeliyim, bir kocam
olmazsa ölürüm de demedim. Her şeyin bana ve karşımdaki insana bağlı olduğunu
düşündüm. O yüzden “evlilik bana göre değil” demek yaşayacağınız şeyi bir
kalıba sokmak demek, oysa bilemezsiniz sizi neler bekliyor, nasıl
davranacaksınız ve karşınızdaki nasıl olacak. Herkes evliliği aynı şekilde
yaşamıyor, buradan başlamak lazım.
Benim annemle babam otuz altı yıldır birlikteler, hiç
ayrılmamacasına. Yani birbirleri olmadan gezmeye, tatile gitmezler,
birbirlerinden çok bağımsız bir çevreleri hiç olmadı, aynı giysi dolabını
kullanıyorlar, her hafta sonunu da ikisi beraber geçiriyor. Oysa benim
evliliğimde böyle bir şey yok. Mr. Balmy’nin de, benim de ayrı birer hayatımız,
bunun yanında ortak bir alanımız var. Giysi dolaplarımızı bırak, giyinme
odalarımız, kullandığımız tuvalet bile ayrı. O evde otururken ben
arkadaşlarımla gezip eğleniyorum, ben arkadaşlarımlayken o da kendi
arkadaşlarıyla bir şeyler yapabiliyor. Ancak birbirinden kopuk, herkes kendi
hayatını yaşıyor durumumuz da yok. Birbirimizden hep haberdarız, zaman zaman bu
farklı arkadaş gruplarını bir araya getirip eğlenceye hep beraber devam
ettiğimiz de oluyor.
Verdiğim bu iki örnekten biri doğru, diğeri yanlış demek
için anlatmadım bunu. Herkes farklı yaşıyor, farklı şekilde mutlu oluyor. Biz
eve kapanıp günlerce birbirimizle kalınca bunalıyoruz, arada farklı şeyler
yapınca birbirimizi özleyerek eve geliyoruz, birbirimize karşı daha sabırlı ve
anlayışlı oluyoruz. Biraz nefes almış, mola vermiş oluyoruz sanki.
Evliliğin bence en güzel yanı bir “düzen”inin olması,
kendine ait bir yaşam alanı kurman. Şimdi denilebilir ki bunun için evlenmeye
gerek yok. Benim düzenden kastım yalnız yaşamak değil, çünkü hiç sevemedim ben
yalnız yaşamayı. Yatmadan yatmaya zar zor gittiğim, evin eksiğinin hiçbir
öneminin olmadığı amaçsız bir düzen oluyor o. Evde bir erkeğin daha kolay
yapacağı bir işi yaparken hayıflanıyor insan, boşluk hissediyor. Bunu
kastediyorum. Tabi ki ille de kocanız olmalı, başınızda bulunmalı demiyorum.
Çünkü katlanamadığın bir insanla her gece aynı havayı solumak muhakkak ki zor.
Ancak sevginin ve saygının olduğu bir ilişkide “evlilik” hayatı gerçekten iyi
gidiyor.
Bir formülü yok bunun. Evlilik bir kumar, iyi de çıkabilir,
kötü de, gerçekten bilemiyorsunuz ya da bu doğrudur, şu yanlış gibi bir şey
yok, iki farklı insan, maya, hayata bakış açısı farklı olunca sevmek, saymak da
yetmiyor. Ancak şunu biliyorum, birini sevmek zaman zaman gururunuzu bir kenara
bırakmayı gerektiriyor, bazen yapmayı hiç sevmediğiniz şeyleri yapmaya
zorluyor, bazen sırf o mutlu olsun diye debelenip durmayı gerektiriyor. Ama
emek verilen her şey ayrı bir güzel oluyor, daha çok kenetleniyorsunuz.
Neyse daha fazla anneler misali konuşmayı bırakıyorum.
Bu haftasonu kutlamamızı yapmak üzere İstanbul’daydık ve ne
tesadüf ki beraber olduğumuz 3 yıldır, her yıl bu tarihlerde İstanbul’da
oluyoruz. Gelenek haline geldi bile denilebilir.
Yola canım Demet, eşi Uğur ile birlikte dörtlü olarak
çıktık. Nefis Boğaz Köprüsü’nden geçip kendimizi Bebek’e attık. Kırıntı’da
tatlı, çay, kahve molasının ardından Boğaz’da bir süre yürüdük. Ardından
Demetler’i İstanbul’daki arkadaşlarının yanına bırakıp biz de Cihangir’deki
otelimize attık kendimizi. Residance La Vue Hotel’in birinci katında kısmi
deniz manzaralı süit bir odada kaldık. Hemen karşısında İspark’ın otoparkına
arabamızı bıraktık.
İstanbul öyle bir şehir ki her ne yapmak isterseniz onu
yapmak için illa ki önünüze bir fırsat geliyor. Otelimizden yürüyerek
Galata’daki Akın Balık’a gittik. Güneşi batırana kadar ayaklı çay bardaklarında
rakımızı içtik, balık, kalamar, mezeye doyduk. Oradan bir İstanbul klasiği
Tünel’e binip kendimizi İstiklal Caddesi’nde bulduk, kafamız güzel, İstanbul
havasını soluduk zevkten dört köşe. Bir yerde oturup kumda pişmiş Türk Kahvesi
içtik. Ardından yürüye yürüye Harbiye Açık Hava Tiyatrosu’na attık kendimizi.
Şahane bir İlhan İrem performansı izledik, soğuğa rağmen!
İlhan İrem çocukluğumda birkaç şarkısı yanında, ilginç
klipleri ile de hafızamda yer etmişti ancak asıl hayranlığım üniversite
zamanlarında başladı. Tüm albümlerini kaset olarak arşivleyip birçok şarkısını
da ezberlemiştim. Ardından araya zaman girdi, ben müzik dinlemekten uzaklaştım
biraz. Bundan yaklaşık 6 ay öncesinde tv’de bir İlhan İrem belgeseli görüp
izlemeye başlayınca Mr. Balmy de, ben de hayretle fark ettik ki ben her şarkıyı
ezbere biliyorum! Sonra birden yıllardır aklımın ucundan geçmeyen bir şeyi fark
ettim: Ben İlhan İrem’i çok seviyorum ve dünya gözüyle bir kez izlemek
istiyorum! Sonra bir de baktık 21 Eylül’de Harbiye Açık Hava’da konseri var.
Tam da evlilik yıldönümü haftasına geliyor, yapalım bir hovardalık dedik, iyi
ki demişiz! Muhteşem bir ses, dopdolu bir sanatçı, çok çok başarılı bir
orkestra… Böyle efsaneleri sahnede bir kez canlı canlı görmek şart!
Konser sonrası kendimizi otele attığımızda yorgunluktan
neredeyse bayılmıştık. Sabah uyanıp bu kez Karaköy’e indik birkaç dakikada.
Meşhur kahvaltı mekanı Namlı Gurme’de peyniri bol, lezzetli bir kahvaltıdan
sonra ağır aksak Galata’yı turladık, Eminönü’ne geçtik, yağmura yakalandık, Yeni
Cami’ye sığındık. İstanbul şehri Nişantaşı, Bebek filan değil bence, Karaköy,
Galata, Cihangir… Bir tarih var, ruh var, gerçekten her geldiğimde bambaşka bir
şey keşfediyorum, bu sefer de hayranlığım katlandı. O kadar mahvedilmesine
rağmen hala güzel, hep güzel!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder