Tüm yazı Eylül ayını beklemekle geçirdikten sonra günlük güneşlik Ankara'dan fırtınalı İstanbul'a iniyoruz. O kadar heyecanlı, o kadar sabırsızız ki, dünya umurumuzda değil... Geniş geniş duty free mağazalarını geziyoruz, kahve, çay derken, biraya geçiyoruz ve check-in için sıraya girdiğimizde acı gerçekle yüzleşiyoruz: Tüm Avrupa fırtınadan nasibini almış, o gün birkaç saat içinde 38 uçuş iptal edilmiş, rötorlar normalleşmiş ve bizim Roma'dan Sao Paulo aktarma uçağımıza yetişme ihtimalimiz çok zayıf... "Sizi yarın uçuralım" diyorlar. İlk tercihimiz bu değil tabi... Çünkü bizim Sao Paulo'dan sonra 4 saatlik Manaus uçuşumuz da kaçmış olacak böylece.
Ertesi gün sorunsuz bir şekilde 16 saatlik yoldan sonra Sao Paulo'dayız. Gitmek istediğimiz Manaus kıtanın öbür ucunda, 4 saatlik uçuşla ulaşılan Amazon ormanlarının kalbinde bir şehir. Oraya gideceğimiz için sarı humma aşısı olmuşuz, özel kıyafetler, ilaçlar, solüsyonlar taşımışız. Doğadaki sıradan bir ağaca bile şaşıran, hayran kalan benim, en çok orada olmayı hayal ettiğimi tahmin etmek zor değil. Ancak oraya bir gidiş bileti almamız tüm seyahat için ayırdığımız kadar bir parayı da gözden çıkarmamız demek, bir de seyahat programımızı sıkıştırıp koşturmak gerekecek.
O zaman "kısmet değilmiş" ne demek, onu anlıyorum. Olmayanı zorlamamayı nasıl öğrendiğimi, ortama hemen uyum sağlayıp aklıma hiç gelmemiş bir B Planını ivedilikle uygulamaya geçirdiğimi, kendimi germemeyi ne de güzel öğrendiğimi fark edip şaşırıyorum, seviniyorum. Buraya gezmeye, eğlenmeye, iyi zaman geçirmeye gelmişim, iple çekmişim. Şimdi bir aksilik başa geldi diye geri kalan zamanımı kendime zindan edecek değilim.
Biz de Rio de Janeiro'ya gidip orada geniş geniş zaman geçirelim diyoruz. Öğlen Rio de Janeiro'dayız. Copacabana'da dört yıldızlı Olinda Rio Hotel'in okyanusu gören bir odasına yerleşiyoruz. Jet lag etkisini hafifletmek için biraz dinleniyoruz sonra bir şeyler atıştırmak ve keşif için çıkıp bir şeyler yiyoruz. Ama günü uzatmak mümkün değil!
Ertesi gün Rio de Janeiro'nun merkezinde dolaşıyoruz. Şehir merkezi, gezip görme meraklılarına çok farklı bir şey sunmuyor. Bir Portekiz sömürgesi iken 150 yıl önce bağımsızlığa kavuşmuş bir ülkede, 150 yılda tarih ne biriktirirse o kadarı var. Copacabana'nın arka caddesinden metroya binip Cinelandia istasyonunda inip tiyatro binasını, parlamento binasını, milli müzeyi görüyoruz dışarıdan.
Ardından hayatımda gördüğüm en ilginç katedralde alıyoruz soluğu: Catedral de Sao Sebastiao. Konik şeklindeki bu yapının içi de dışı da bir hayli ilginç. Mazisi de tabi ki oldukça yeni.
Şehirde yürüyerek ilerlerken 1800'lü yılların mimarisi birkaç ev, yapı karşımıza çıkıyor. Ve sonraki durağımız parlamento binası oluyor. Parlamento binasında istediğiniz an sizi gezdirip rehberlik yapıyorlar. Sokaklarda ise satırla kafası uçurulan hindistancevizinin suyunu içerek serinleyebilirsiniz.
Şehir merkezindeki yürüyüşle devam ettirdiğimiz turumuzda bir sonraki durak Lapa oluyor. Rio de Janiero yazılarında sıkça rastlayacağınız favelalara burada kısaca değinip sonra konuyu kapatacağım. Favelalar, Rio de Janeiro'nun gecekondu mahalleleri. Kendi içlerinde kapalı yaşayan bu topluluklar başta uyuşturucu olmak üzere pek çok suçla iç içe geçmiş, polisin bile müdahale edemediği mahalleler. Kesinlikle oralara tek başınıza gitmeyin uyarılarının yanında meraklısı da çok ki favelalara turistik geziler de düzenleniyormuş. Türkiye'de yaşayan bizlere ise orijinal hiçbir şey vaat etmiyor favelalar. Nihayetinde Ankara'da İstanbul'da en lüks semtlerin, ultra lüks evlerinin arka balkonu genellikle bizlerin "favela"larına komşudur. O yüzden Brezilya favelaları da hiç ilgimimizi çekmedi.
Lapa'da sanat galerilerinin bulunduğu Selaron Merdivenlerine ilerlerken olayın boyutunu daha iyi anladım sadece. Bu kenar mahallelerin kıyısından geçerken gündüz gözüne, sokağın ortasında beş zenci oturmuş kokain çekiyordu. Daha sonra yine zaman zaman kıyısından köşesinden döndüğümüz bu mahallelerin biz Türklere hiçbir şey ifade etmeyeceğini bir kez daha vurgulayıp macera aramaya gerek yok diyerek konuyu kapatıyorum.
Selaron merdivenlerine geldiğimizdeyse son derece renkli, zevkli bir sanat sokağı ile karşılaşıyorsunuz. Seramik sanatçısı Selaron'un kendi evinin önünde başlattığı seramik döşeme, daha sonra tüm komşuların talebiyle sokağı kaplamış ve bir renk cümbüşüne dönüşmüş.
Selaron merdivenlerinin ardından yukarı doğru tırmanıp Sugar Loaf manzaralı Santa Teresa'yı ziyaret etmeden olmazdı. Burası da sanat galerilerinin devam ettiği, ünlü bir sarı tramvayın yokuşunu tırmanmak istemeyenlere seferler düzenlediği, orijinal hediyelik eşyaların satıldığı şirin bir bölge.
Santa Teresa'da bir cafede epey uzun bir süre oturup sohbet ediyoruz. Ağaç gövdesinde çıkan orkideden, cafenin zevkli döşemesine, nefis Brezilya birasına ve hafif ve lezzetli sandviçine bayılıyoruz.
Son istikametimiz ise bir futbol cennetinde olmamız da nedeniyle Pele'nin esip geçtiği Maracana Stadı. Statta Mr. Balmy zaman geçirirken ben dışarıda oyalanıyorum, aldığım duyumlara göre ise Barcelona'nın müzesinin yanında çok sönük kaldığını da öğreniyorum.
Sonra Olinda Rio Hotel'e dönüyoruz. Jet lag etkisi geçmek bilmiyor, akşam saat 6 ama biz gece yarısı gibi hissediyoruz.