Barcelona’dan Madrid’e 8 saatlik otobüs yolculuğu ne kadar
akıl karıdır bilinmez ama biz yaptık öyle bir şey. Sabaha kadar süren Barcelona
gecemizin ardından iyi bari otobüste uyuruz dedik ama rehber konuştu da
konuştu.
Bir molayı Zaragoza denilen küçük kasabada verdik, hani
görülmese de bir şey kaybedilmez, zaten aynı doku, mimari Madrid’te de insanı
karşılıyor. Ardından yeniden bindik otobüse benim de çok sevdiğim Goya’nın
Hayaletleri filmini izlerken nihayet uyumuşuz ama hoşaf gibiyiz, hoşaf.
Akşamüstü otele girdiğimizde mutlaka çıkıp gezmeliyiz, zaman kısıtlı düşüncesindeyiz ama benim pilim bitti. Mr. Balmy de benden farksız… Eğlenceyi,
zevki işkenceye dönüştürmenin bir alemi yok, bu akşamı otelde dinlenerek
geçirelim yarın kaldığımız yerden fitili ateşleriz diyoruz.
Önce güzel bir yıkanıp aklanıp paklandıktan sonra pizza
sipariş ettik, odamızın balkonunda bir şişe şarabı da açıp karnımızı doyurup
şarabın verdiği mayhoşlukla rahat bir uyku çektik.
Ertesi sabah zımba gibi uyanıp erkenden elde metro haritası+şehir
haritası düştük yollara. Şehrin merkezi Sol’de inip ayaklara kuvvet gezilesi
yerleri görmek üzere daldık Madrid sokaklarına.
İlk hedefimiz Plaza Mayor’du. Sabahın erken saatinde
kimsecikler yokken fotoğraf çekme işlemine başlamıştık ki bir “yüzsüz” geldi
buldu beni. Biraz da korktum açıkçası, ortalıkta kimse yok böyle ucubik bir şey
bitiverdi bir anda dibimdeJ
Yürüyerek şehri keşfetmeye çalıştık bir süre, uzun uzun
hediyelik eşya dükkanlarına baktık, ara sokaklarına daldık, sonrasında kraliyet
sarayı Palacio Real’e ulaştık. Gelmişken içine de girelim dedik ve sarayı
gezdik. Bir Hermitage, Peterhof ya da Versailles değil, onların yanında oldukça
mütevazı bir saray. Özellikle savaş müzesinde zırhlı asker maketleri, silahları
görülmeye değer.
Sarayın hemen yanındaki parkta da birkaç şehir manzaralı
fotoğraf kareledik. Ardından GranVia ismindeki büyük alışveriş caddesinde bir
şeyler atıştırıp yeniden Sol Meydanı’na gittik. Meşhur ayı heykeli ve sıfır
noktasını görüp bu kez müzeler bölgesine doğru yürüyorduk ki önce ben Marypaz
isminde harika bir ayakkabıcıya rastlayıp 19 euroya iki şahane ayakkabı
edindim, ardından Mr. Balmy Futbolmania isimli bir mağaza bulup orada kendini
kaybetti, dolayısıyla bir hayli oyalandık.
Sonrasında müzeler bölgesine doğru yol aldık. Thyssen,
ReinaSofia ve Prado müzeleri Madrid’in en ünlü ve görülesi müzeleri. İstenirse
bu üç müzeye toplu olarak bilet alınıp birer giriş hakkıyla bir yıl içinde
kullanma imkanınız oluyor. Ben üç müzeyi de görmek istediğimden 24 euroya toplu
bileti alıp önce Mr. Balmy ile bir strawberry margarita keyfi yaptıktan ve onu
Madrid notları ve sangriasıyla cafede bıraktıktan sonra, önce Thyssen müzesine
giriyorum.
Modern sanat eserlerinin sergilendiği bu müzede Reflection isminde
bir oda bulunuyor, görmenizi tavsiye ederim. Sonrasında Mr. Balmy’i alıp bu kez
Reina Sofia’ya gidiyoruz o yine müzenin önünde oturup etrafı seyrediyor ben
müzeyi gezerken. Orada da modern sanat eserleri yanında Picasso, Dali gibi pek
çok ünlü ressamın eserlerine rastlamak mümkün.
Müzelerden sonuncusu olan ve asıl görülmesi gereken (tabi
benim gibi klasik sanata, Goya’ya, Rönesans eserlerine meraklıysanız) Prado’yu
Madrid’in son gününe saklamaya karar veriyorum.
Oradan çıktığımızda sıcak iyice bastırmış ve bizi yormaya
başlamış durumda. Oldukça salaş bir yerde ekmek arası kalamar-bira
atıştırdıktan sonra Madrid’in meşhur parkı Retiro’ya doğru tabana kuvvet
gidiyoruz. Ama o kadar yorulmuşuz ki parka girer girmez kendimizi çimlere
bırakıyoruz. Biraz ayaklarımıza “geçti, geçti” telkininden sonra bu kez
susuzluğumuzun sesi yükseliyor içimizden, gidip içecek bir şeyler bulalım
diyerek parkın içine doğru ilerleyince zaten büyükçe bir havuzun olduğu meydana
çıkmış oluyoruz. Hemen 1,5 litrelik suyu masaya koyup bardak bardak içtikten
sonra havuzdaki balıklara, ördeklere yem atmaya başlıyoruz.
Parka bir akşamüstü rahatlığı çökmüş durumda,
kalabalıklaşıyor git gide ve insanlar günün stresini atıyor. Sonra birden bire
taşıdıkları devasa amfileri kurup hip hop yapan 5 tane genç dans etmeye
başlıyor. Yoğun bir kalabalık ilgiyle onların danslarını izliyor. Biz de
katılıyoruz bu kalabalığa. Grubun gösterileri bitene kadar izliyoruz. Sonra
ağır aheste parkta dolaşıyoruz. Çimlerin üzerine sere serpe uzanıyoruz, ağacı,
kuşları, gökyüzünü izliyoruz, ağlayan ayaklarımızı susturuyoruz çimlere
basarak.
Hava kararmaya başladığından kalkalım yavaştan diyoruz. Biraz yürüyünce karşımıza capoeira yapan bir grup çıkıyor, hem de ailece! Grup capoeira yaparken yanlarına da bir bebeği oturtmuşlar bebek de onlarla alkışlıyor, bağırıyor, elindeki bisküviyle enstrüman çalar gibi yapıyor hiç ağlamadan. Öyle güzel bir manzara ki, içerliyorum biz kendi ülkemizde neden böyle manzaralar göremiyoruz, yaşatamıyoruz, niye böyle rahat olamıyoruz, niye hep hayatımızı kanırtarak yaşıyoruz, çevremizdekileri aynı kasıntı hava içinde yaşamaya mecbur bırakıyoruz diye… Çok fırın ekmek hikayesi belki de!
Parkın pek çok yerinde bu tarz etkinliklere rastlayarak parktan çıkıyoruz ve akşam yemeğimizi yemek üzere yine Plaza Mayor yakınlarındaki Mercado De San Miguel adındaki pazara gidiyoruz. Pazar dediğime bakmayın, burada küçük küçük dükkanlarda tıpkı semt pazarı mantığında bir sürü küçük dükkanda istediğiniz yemeği seçip bistro masalarında oturup yiyebiliyorsunuz. Ambiyans şahane ama yer bulmak bir mesele! Tam vazgeçip dışarı çıktığımız anda hem de sokak manzaralı bir masa bulup hemen yeniden içeri koşuyoruz ve istiridyeli, paellalı bir akşam yemeği üzerine dondurmalarımızı da yiyip otele dönmeye karar veriyoruz.
Hava kararmaya başladığından kalkalım yavaştan diyoruz. Biraz yürüyünce karşımıza capoeira yapan bir grup çıkıyor, hem de ailece! Grup capoeira yaparken yanlarına da bir bebeği oturtmuşlar bebek de onlarla alkışlıyor, bağırıyor, elindeki bisküviyle enstrüman çalar gibi yapıyor hiç ağlamadan. Öyle güzel bir manzara ki, içerliyorum biz kendi ülkemizde neden böyle manzaralar göremiyoruz, yaşatamıyoruz, niye böyle rahat olamıyoruz, niye hep hayatımızı kanırtarak yaşıyoruz, çevremizdekileri aynı kasıntı hava içinde yaşamaya mecbur bırakıyoruz diye… Çok fırın ekmek hikayesi belki de!
Parkın pek çok yerinde bu tarz etkinliklere rastlayarak parktan çıkıyoruz ve akşam yemeğimizi yemek üzere yine Plaza Mayor yakınlarındaki Mercado De San Miguel adındaki pazara gidiyoruz. Pazar dediğime bakmayın, burada küçük küçük dükkanlarda tıpkı semt pazarı mantığında bir sürü küçük dükkanda istediğiniz yemeği seçip bistro masalarında oturup yiyebiliyorsunuz. Ambiyans şahane ama yer bulmak bir mesele! Tam vazgeçip dışarı çıktığımız anda hem de sokak manzaralı bir masa bulup hemen yeniden içeri koşuyoruz ve istiridyeli, paellalı bir akşam yemeği üzerine dondurmalarımızı da yiyip otele dönmeye karar veriyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder